Uykusuz Editör - Aşkın Güngör


TARİHSEL BİR KEHANET KİTABI: PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI

Bu satırları size bir zaman makinesinden yazıyorum. İşleyişi gizemli düzeneklere bağlı. Zihin gücüyle çalışıyor. Yakıtı hayal gücü. Ağır grip tesirinde olsanız da onunla seyahat etme kudretine erişmek mümkün. Heyhat, mümkün demek “kesinlikle” anlamına gelmiyor yine de.

Öncelikle sessiz bir köşeye gereksiniminiz var. Sonra da malzemeleri hazırlamalısınız tabii: Bir paket sigara (İçmeyin şu zıkkımı!), bir fincan çay (Gripseniz bal ve limon eklemeyi unutmayın), yaşanmışlıklar (zaman makinesinin işlemesi için gerekli) ve kitaplar (çizgi romanlar dâhil hepsi)... Daha da uzatırım listeyi de yan odasında kurduğu laboratuvarda insanlığı kökünden değiştirecek buluşlar yapmak zorunda olduğundan “Ay uzun yazılar okumaya hiç zamanım yok kiii!” diyen yeni nesil okurun daha ikinci paragrafta bu yazıyı terk etmemesi için kısa kesiyor ve araya toplumsal eleştiri sokmuş yazarlara özgü çok bilmiş gülümsemeyi dudağımın kenarına iliştirip pencerenin ardındaki İstanbul gecesine boş bakışlar atmayı tercih ediyorum. Ne yani, mütevazı pozları keseceğiz diye övünmeyelim mi? Kaç para ülen bi trip?

Zaman makinesini unuttum sanmayın. Isınmasını bekliyorum. Ne de olsa eski teknoloji. Düğmesine basınca har har har çalışmaya geçmiyor. Af buyurun ama yarım yüzyıllık bir insan evladı olarak konuşuyorum burada (ya da yazıyorum işte, her neyse). Haliyle zaman makinem de yeni neslin varlığını bile bilmediği gereçler vasıtasıyla çalışıyor ancak. Bunlardan biri regülatör. Az önce düğmesine bastım ve elektrik akımını düzenlemesini bekliyorum.

Hah buyur... İkinci paragrafı mucizevi şekilde bitiren, üçüncüyü de inatla okuyan o yeni nesil okur var ya, az önce regülatör sözcüğünü görünce “Ne anlatıyo len bu?” deyip sayfayı kapadı, fark ettiniz mi siz de? Sayfada bir ferahlık olmadı mı? Bir imbat esintisi geldi sanki bir yerlerden. Neyse, böylece kurduğumuz gizli organizasyonun dünyayı ele geçirme planlarını burada rahatça konuşabiliriz. İlk soru şu: “İşimiz başımızdan aşkınken, üstelik ballı-limonlu çaya ve yutulan yığınla vitamine rağmen burnumuz zırıl zırıl akarken neden bir de dünyanın sorumluluğunu üstlenmek istiyoruz aga? Manyak mıyız biz? Kaç para ülen bi grip?”

Aman, tamam tamam... İşin hepten geyiğe bağlandığının farkındayım. Sabırsızlandığınızın da tabii. Az önce seyrek saçlı bir okur “Herif başlığa Pal Sokağı Çocukları yazmış, bir de yaptığı muhabbete bak!” diyerek ekran karşısından kalktı (Güle güle güzel insan). Ama bu işler böyledir. Orhan Pamuk’un öykü formatında yazılsa bir buçuk A4 sayfası tutacak konuyu Almanya’dan alınmış ve üzerine o güne dek yığınla vazo, tabak çanak, resim çerçevesi, İbrahim Tatlıses’in flüt parasını gözünü kırpmadan gömdüğü büyük rakı şişesi, sedefli el aynası, bir Viyana arşidükünün koltukaltı kıllarını taramak için kullandığı fildişi tarak konmuş vernikli ahşap dolap gibi sayısız ıvır zıvırla doldurarak 450 sayfalık keçiboynuzuna çevirdiği romana “Sanata bak ustaaa!” diyen kitle her nedense “ünsüz” yazarlara karşı pek sabırsızdır. Bir zaman makinesinin ısınması için gereken süre boyunca beklemek veya alakasız şeylerle cebelleşmek zatıâlilerine zül gelebilir (Araya Arapça kökenli sözcükler katıyorum ki ülkenin demografik yapısına da alttan alta eleştiri olsun ama heyhat, kıymet bilen yok ki...)

Siz saymakla zaman yitirmeyin diye yazıyorum: Bu paragrafa gelene dek 3282 karakterden oluşmuş 453 sözcük okudunuz. Bu da demektir ki zaman makinesine girip geçmişe gidebiliriz artık.

Sarsıntısız bir yolculuk olacak. Emniyet kemeri takmanıza gerek yok. Ama bir “feylozof”un “Yazarlık yalan söyleme ve abartma sanatıdır” demesinden yola çıkarak her türlü tedbiri almanızı da tavsiye ederim. Ne olur ne olmaz. Dedim demesine de yolculuğumuz bitti bile. İşte, 1980’lerin İstanbul’undayız. Bir gecekondu mahallesi burası. Çocuklar geceyarılarına dek sokakta özgürce oynuyor; komşu semtlerde kurulan, çizgi roman değiş tokuşu dâhil kitaplarla ilgili pek çok şey yapılan kitap pazarlarına kimselere haber verme gereği duymadan gidebiliyor; eve döndüklerinde de regülatörsüz açılamayan tek kanallı, siyah-beyaz TV’lerin karşısında Uzay Yolu, Zamanda Yolculuk, Logan’ın Kaçışı, Savaş Yıldızı Galactica, Küçük Ev, Uzay 1999 falan izliyorlar. Kaptan Kirk’ün elinde katlanabilir bir haberleşme cihazı görseler de birkaç on sene sonrasında telefonların cepte taşınabileceğinden habersizler, çünkü evlerin çoğunda çevirmeli telefon bile yok. Peki ya kitaplar... İşte onlardan bolca var. Hayal gücünü siyah-beyaz TV görüntüleriyle sınırlamak istemeyen çocukların elinden rengârenk kapaklı kitaplar düşmüyor. Okuyorlar, değişiyorlar, okuyorlar, değişiyorlar... Bu döngü yinelenip duruyor.

Bu fakir mahalledeki tombul bir çocuğun peşine takılıyoruz. Okumaktan büyük bir haz duyuyor. Çizgi romanlar, çocuk dergileri, çoğunluğu yetişkinler için basılmış romanlar, öykü ve şiir kitapları... Rüzgârın eteklerine kapılıp sokak sokak sürüklenmiş bir gazete sayfasının bile peşine düşüyor kerata. Ne yapıp edip onu yakalayacak, siyasi haberler hariç ne varsa okuyacak. Başka türlü yapamıyor. Bakın bakın, şimdi de elinde Pal Sokağı Çocukları başlıklı bir roman var. Tek kişilik kocaman yeşil koltuğa kurulmuş, son sayfalarına geldiği kitabı yutarcasına okuyor. Bu okuma süreci boyunca tıpkı kitapta da yer aldığı gibi arkadaşlarıyla “kulüp” kurmanın, komşu sokak çocuklarıyla savaşmanın hayallerini kurdu. Hayır hayır, şiddete meyilli biri değil hiç ama “sana ait şeyi” savunman gerektiğini de iyi biliyor, mesela onur gibi. Tam da bu bilinçle kitabı yüzünden eksilmeyen bir tebessümle okuyor hep.

Ne var ki son sayfalara gelince yüzü asılıyor, gözleri nemleniyor. Haksızlıklar karşısında hep hissettiği boran çalkalanmaya başlıyor içinde. Hayır efendim hayır, hiç sevmedi bu kitabı. Hem de hiç. O güne dek okuduğu hangi kitap böyle sarsıcı bir sonla bitti ki? Çevresindeki katı gerçekliklerden sakınmak adına balıklama daldığı kitaplar âleminde hangi kahraman savaşın hem galibi hem de mağlubu oldu ki?

“Bu kitabı ben yazsam böyle bitmezdi,” diyor kendine. Hülyalara dalıyor yine: Gecenin bir yarısı gizlice yayınevine girmiş, dizgi sayfalarını bulmuş, kitabın sonunu değiştirmiş, geride bir tek iz bırakmadan da kaçmış oradan. Bu gizli görev sonrasında işler de yoluna girmiş tabii. Pal Sokağı Çocukları’nı ilk kez okuyanlar harika mı harika bir mutlu sonla karşılaşmış hep. Gökten üç elma düşmüş...

Yok yok, geyiğe bağlamayacağım yine. Şunu söyleyeceğim sadece: O çocuğun hayalleri günün birinde gerçekleşmeye pek yaklaştı a dostlar, inanır mısınız? Dilerseniz şimdi zaman makinemizi kullanıp günümüze dönelim ve biraz da bu konuyu deşelim, olmaz mı?

90’ların başında gencecik bir editör olduğumda aklımda iki büyük arzu vardı. Bir, Stephen King efsanesi IT-O’nun editörü olmak; iki, Pal Sokağı Çocukları’nın sonunu değiştirmek. İlk şıkka hiçbir zaman erişemedim. İkincisineyse Dark İstanbul’un beyni Sami Dündar sayesinde epeyce yaklaştım. Kitabın yeni baskı hazırlıkları bana teslim edilmişti ve kimselerin ruhu duymadan gereken düzeltmeleri yapmam fazladan birkaç tuşa dokunmama bakıyordu. Pal Sokağı Çocukları’yla uzun zaman sonra gerçekleşen bu yeni buluşma sayesinde nihai amacıma erişebilir, ardından da insanlığı yok edecek gizemli bir virüs üretmiş Hollywood klişesi kötü bilimadamlarınınkine benzer dehşetli kahkahaları göğe savurabilirdim: “NIHHAH HAH HAAAA! NIHHAH HAH HAAAA...”

Oysa öyle olmadı.

Bu yeni okuma ve düzenleme sırasında çocuk zihnimin zamanında kavrayamadığı derinliklere inme fırsatı bulabildim. Nemecsek... Boka... Macun Derneği... Arsa... Sonunda ortaya, kitabın son sayfalarında da yer alan aşağıdaki yazı çıktı. İşte bütün bu laf salatasını sizi aşağıdaki metne taşıyabilmek adına yaptım. Yeni nesil okuru ve seyrek saçlı sabırsız amcayı çaktırmadan kışkışlamamın sebebi de buydu. Bazı yazılar herkes için değildir, tıpkı bazı kitaplar gibi. Bu satıra dek geldiğinize göre, zatıâliniz “kulübe” girebilecek yetkinliktesiniz demektir. O halde buyurun, Nemescek, Boka ve diğer tüm çocukların bendenize düşündürttüklerine, hissettirdiklerine dair kapsamlı bir yazı okumak için de biraz zaman ayırın. Sonuçta “On dakka nedir ki? Beş dakkada geçer.”


Son olarak şunu ekleyeyim: Issız bir adada doğup büyüdüyseniz veya okumayı yeni söktüyseniz henüz Pal Sokağı Çocukları’nı okumamış olabilirsiniz. Aşağıdaki yazı bolca sürpriz-bozan içeriyor. Kısacası, diğer pek çok yayınevinden çok daha özenli şekilde hazırladığımız Dark İstanbul baskısı Pal Sokağı Çocukları’nı BURAYA tıklayarak satın almanız, aşağıdaki yazıyı ondan sonra okumanız daha yerinde bir karar olabilir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hüzünlüydü, değil mi?
Nemecsek’in ölümü ve sıkı dostu Boka’nın onun ardından yaşam ve ölüm üzerine yaptığı çıkarımlar bir asırdan fazla süredir milyonlarca okurun içini acıttı, gözlerini nemlendirdi ve hatta bu satırların yazarı bendenizi olduğu gibi pek çok kişiyi de salya sümük ağlattı. Ah Nemecsek! Büyüyüp koca adam olduğun, sevgili olduğun, âşık olduğun, baba olduğun bir alternatif kurguda belki de doğacak çocuklarına şöyle diyecektin: “Hiçbir şeye ölümüne bağlanmayın, çünkü sizin için yaşamla eşdeğer olan şey, başkaları için üzerine üç katlı ev dikilecek sıradan bir araziden ibaret olabilir.”

Boka, romanın sonlarında Arsa’nın Pal Sokağı çocukları için korkunç denebilecek akıbetini öğrenince büyük bir ikilemde kalır. Arsa’yı vatanı olarak gören ve son anlarında bile ona gidebilmeyi dileyen Nemecsek’in keder dolu ölümünde bile avuntu bulmasına sebep olacak bir ikilemdir bu. Zavallı Nemecsek, ona yaptıkları büyük haksızlığı kabul edip onurunu geri veren Macun Derneği’nin özrünü duyacak kadar yaşayamamıştır belki ama hiç değilse uğrunda can verdiği yurdun elinden alındığını da görmemiştir.

Boka’nın çocukluktan çıkıp yetişkinliğe geçişini simgeleyen bir çıkarımdır bu. Kederli bir gerçekle çok daha kederli başka bir gerçeği kıyaslamış ve çabaları sert kayalara çarpan bütün diğer yetişkinler gibi karamsar bir sonuca varmıştır: “İyi ki öldü de bu büyük drama tanık olmadı.”

İşte “Pal Sokağı Çocukları” oyun alanlarını başka çocukların işgalinden korumaya çalışan yoksul bir grup çocuğun öyküsünü anlatırken, bir yandan da yaşam-ölüm zıtlığı, umut-karamsarlık ikilemi, neşe-hüzün kıskacı arasında ustaca savurduğu okurunu, minyatürize ettiği koca bir dünyayı, sistemi, değer yargılarını sorgulamaya yönlendirir. Evladı hemen yan odada ölümle pençeleşen bir babayı dikimi geciken ceketi için azarlamaktan geri durmayan Bay Csetneky gibilerin bolca bulunduğu bir dünyadır bu. Dahası, canından can kopsa da o ceketi özenle dikmeye devam eden ve hatta gözyaşlarıyla ıslanıp da zarar görmesin diye onu korumaya çalışan yoksul babaların büyük çaresizliği de özenle, haniyse okuru sinirden zıp zıp zıplatacak bir sahicilikle o karanlık dünyada kendine yer bulmuştur. Böylesi bir dünyada kahramanlar elbette pek çabuk ölecektir. Yoklukla, kıtlıkla, akran zorbalığıyla dolu kısacık hayatları boyunca hem düşmanları hem de dostları tarafından buz gibi sulara batırılacak, şifayı kapacak, kahramanlığın zirvesine çıktıkları halde hain diye damgalanacak, “Beni vatanıma götürün! Beni Arsa’ma götürün!” çığlıkları ata ata ölüp gideceklerdir.

Peki hepsi bu mu?
Pal Sokağı Çocukları” acıklı, okurunu umutsuzluğa sevk eden türden bir roman mı? Ferenc Molnár’ın bize yüz küsur sene önceden erişen sözcükleri şunu mu söylüyor: “Boşuna çabalamayın, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz!”

Yanıtı bildiğinize eminim ama şahsi görüşlerimi içeren sözlerimi az sonraya bırakacağım izninizle. Şimdi bu müstesna romanın edebiyat tarihindeki yerine ve okurlarından yola çıkarak insanlığı ne şekilde etkilediğine göz atalım istiyorum.

Pal Sokağı Çocukları” bir dergideki tefrikasının ardından kitap olarak 1907 yılında okurla buluşur. Neumann soyadıyla doğan, gazetecilik mesleği esnasında Molnár soyadını kullanmaya başlayan yazar, Budapeşte’nin kasvetli sokaklarında geçen öyküsünde oyun alanlarını savunan bir grup fakir çocuğun serüvenlerini anlatmaktadır. Çocuksu saflığın nasıl yetişkin katılığına evrildiğini da aktaran, dostluk, hüzün, yaşam ve ölüm kavramlarıyla dolu bu roman okurunu zamanda yolculuğa çıkarıp kendi çocukluğuna götürme kudretine sahiptir. Vatan gözüyle bakılan Arsa bir anda şekil değiştirir ve her okur onda kendi çocukluğunun izlerini ve kendi şahsi Arsa’sını bulur; kâh bir kaldırım kenarı, kâh pazarcı tahtalarının dizildiği bir alan, kâh dedelerin kırsalda veya köydeki gecekondusu, kâh yaşın büyüdükçe sihirli şekilde ayaklarının altında küçülmeye başlayan daracık bir sokak...

Başkahramanları çocuklar olduğundan genellikle çocuk edebiyatı eseri olarak yaftalansa da “Pal Sokağı Çocukları” katmanlı okumaya müsait, her yaştan okurun ayrı hazlarla okuyabileceği yaşsız kitaplardandır. Onu klasikler arasındaki yerine yerleştiren de bu olmuştur diyebiliriz.

1878 doğumlu Ferenc Molnár 1907 yılında “Pal Sokağı Çocukları” kitap olarak yayımlandığında 29 yaşındadır. I. Dünya Savaşı’na 7 yıl, II. Dünya Savaşı’na ise 32 yıl vardır. Molnár bu savaşların ilkinde bizzat yer alıp Galiçya cephesinde savaş muhabirliği yapacak ve buradaki tanıklıklarına dair bir kitap da kaleme alacaktır. Savaş ortamında insanlığın en sefil, en katı, en korkunç ve en zavallı yanlarını görmek onu derinden sarsar. Bu durumun etkileri sonraları kaleme aldığı oyunlarla kitaplarda açıkça görülür; dahası, yaşamındaki etkileri de azımsanmayacak kadar çoktur. Bir nevi seyyah gibi dünyanın çeşitli ülkelerine seyahat eden Molnár, gittiği her yerde huzuru aramaya başlar ancak ona ulaşması epeyce zor olacaktır. Üç evlilik, evi gibi kullandığı otel odaları, sınırından girdiği her yeni ülke, içindeki karamsarlığı beslemekten başka işe yaramaz ve 1940 yılında göçtüğü Amerika’nın New York şehrinde geçirdiği, ağır depresyonla mücadelesini de içeren 12 yılın ardından 1 Nisan 1952’de hayata gözlerini yumar.

Pal Sokağı Çocukları”nda zengin bir empati duygusunun yoğun izleri vardır. Roman boyunca çocukla çocuk, yetişkinle yetişkin, zenginle zengin, yoksulla yoksul olan yazar, bir anlamda da hayatı boyunca şahsen gireceği rollerin provasını yapmış gibidir. Çocukların Arsa’ya sahip olmak uğruna giriştikleri savaş iki büyük dünya savaşına; Nemecsek’in hüzün dolu hastalık süreciyle kederli ölümü Molnár’ın depresyonuna; Boka’nın çıkarımları da yazarın hayatı yorumlama şekline dönüşmüştür. Kısacası Molnár, edebi bir falcı gibi, kendi kaderinin her satırını kaleme almıştır sanki. Şüphesiz ki bu falcılığın ana nedeni yaşadığı dönemin katı koşullarıdır. Sosyal sınıflar arasındaki uçurumlar, büyük savaşlar henüz gerçekleşmemişse de o savaşları hazırlayan koşullar Molnár’ın düşünme şeklini biçimlendiren etkenlerdir. İnsanlığı kıtlığa, ayrılığa, ölüme götürecek savaşların hızla yaklaştığını görmek ve elinde savunma için kalemden başka bir gereç bulamamaktır belki de bu klasikleşen eserin ana kaynağı. Molnár insanlığın kaderini alır, kurguyla yoğurur, yetişkin rolleri biçtiği küçük erkekleri savaş alanına iter ve onların rollerini nasıl da yadırgamadan canlandırdığını anlatır. Öyle de iyi yapar ki bunu, dünya genelindeki onlarca lisanda yapılan sayısız basımın ardından “Pal Sokağı Çocukları”nın görsel sanatlarla dansı da kaçınılmaz olur.

Roman ilk kez 1917 yılında Béla Balogh yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Doğduğu topraklara, yani Macaristan’a ait bir filmdir bu. Senaryo Béla Balogh ile Ferenc Molnár tarafından ortaklaşa yazılır. Ernõ Nemecsek rolünde János Hatvani, can dostu Boka rolündeyse László Gyárfás yer alır. Filmin adı, romanın da orijinal adı olan “A Pál-utcai fiúk”tır ve ne yazık ki günümüze hiçbir kopyası ulaşamaz.

1924’te Béla Balogh ile Ferenc Molnár ortaklığıyla yeni bir film daha çekilir. Bu kez Ernõ Nemecsek rolü György Faragó’ya, Boka rolüyse Ernõ Verebes’e emanet edilir. Siyah beyaz ve sessiz bir filmdir bu. Günümüze ulaşan kopyası Slovakça altyazılı, 54 dakikalık tamamlanmamış bir sürümdür. 1934 yılına gelindiğinde ABD yapımı yeni bir film çekilir. Bu kez Nemecsek rolünde George P. Breakston, Boka rolündeyse Jimmy Butler vardır. Frank Borzage tarafından yönetilen, senaryosunu Jo Swerling ile Ferenc Molnár’ın ortaklaşa yazdığı film “No Greater Glory (Daha Büyük Zafer Yok)” adıyla gösterime girer. Bu versiyon, eserin “demir perde” ülkeleri sınırını ilk aşması ve yazarının da Amerikan sinemasının gerçekler yerine “toz pembe hayaller” dayatmasıyla ilk karşılaşmasıdır. Filmin aynı zamanda yapımcısı da olan Yönetmen Frank Borzage, ortak yapımcı Samuel J. Briskin ile kafa kafaya verir, eserin fazlasıyla “karanlık” buldukları son bölümünü değiştirme kararı alırlar. Dâhiyane bir fikirleri vardır: Tam da Hollywood standartlarına uygun, mutlu sonla bitecek bir final! Bu defa Nemecsek ölmeyecek, ağır hastalığını atlattıktan sonra gittiği Arsa’da bir zamanlar kendisini aşağılayan çocuklar tarafından bir kahraman gibi karşılanacaktır; alkışlar, tezahüratlar, oley çığlıkları... Ne buluş ama! İki yapımcı bu fikirlerini eserin yaratıcısı Ferenc Molnár’a açınca kızılca kıyamet kopar. Yazar, eserinin kendi coğrafyasının katı gerçeklerini yansıttığını, böylesi bir finalin kurgunun ruhuna aykırı olduğunu söyler. Sonrası tartışmalar, fikir çarpışmaları, küskünlükler, direnmeler ve... mutlu son. Ah hayır, acı son. Aslında elbette Amerikan versiyonu tam da Ferenc Molnár’ın arzu ettiği gibi biter ve Nemecsek finalde ölür ama buna neden “mutlu son” demek konusunda çekincede kaldığımı herhalde tahmin etmişsinizdir, zira yazarın kurgusuna sadık kalmak anlamında “mutlu” diye nitelendirebileceğimiz bu son, belki de bu yazının başlarında andığımız paralel evrenlerden birinin gerçekleşmesini engellemiş, yani Nemecsek’in hayatına devam ettiği alternatif kurgunun yok olmasına da yol açmıştır, heyhat!

Sonraki yıllarda roman bazı esinlenmelerle uyarlamalara katkı sağlasa da asıl ses getiren ve Oscar adaylığı kazanan film 1968 tarihli başka bir Macaristan yapımıdır. Yazar Ferenc Molnár’ın Amerika’nın New York şehrinde hayata gözlerini yummasının üzerinden 16 yıl geçmiştir ve kaderin şu tuhaf tecellisine bakın ki 1907 yılında doğan kült eseri “Pal Sokağı Çocukları” da 16’nın tersten yazılışıyla ulaşabileceğimiz 61 yaşına erişmiştir.

Zoltán Fábri yönetmen koltuğuna oturur, Ferenc Molnár’ın roman kurgusuna sadık kalarak kaleme aldığı eski senaryoda Endre Bohem yardımıyla birtakım düzenlemeler yapar. Nemecsek rolünde Anthony Kemp, Boka rolünde William Burleigh vardır artık. Bu iki başrol oyuncusu da rol arkadaşları diğer çocuklar da Londra’daki bir oyunculuk okulundan seçilmişlerdir. Tamamına yakını İngiliz’dir. Bu nedenle Macarca konuşmalar için ayrıca çocuk seslendirmen kadrosuna da gerek duyulur. İlginçtir, birkaçı daha önce bazı TV dizilerinde ufak tefek roller alsalar da ciddi bir sinema filmi deneyimi olmayan bu çocukların tamamına yakını sektörde uzun soluklu kariyer yapmayı tercih etmez. Buna istisna, Geréb rolündeki John Moulder-Brown’dır, aralıklarla da olsa 2014 yılına dek aktörlüğü sürdürür.

Beyaz perdeye ilk kez renklenerek gelen “Pal Sokağı Çocukları” Amerikan versiyonundan sonra bir kez daha “A Pál utcai fiúk” orijinal adına kavuşmuştur. İki saate yakın uzunluktaki film halen gelmiş geçmiş en iyi kitap uyarlamalarından biri olarak kabul edildiği gibi Macar sinemasının yüz akı yapımlarından biri olarak korunmaya alınmış ve restore edilmiştir.

2003 ile 2005 yıllarında iki farklı TV dizisine uyarlanan “Pal Sokağı Çocukları”nın 2014 yılında 198 bölüm olarak çekilmiş bir başka dizisi daha vardır.

Anlayacağınız, dünyanın hemen her ülkesinde basılan milyonlarca kitaba, burada adını andığımız ve anamadığımız filmlerle dizilere rağmen “Pal Sokağı Çocukları” zamana direnen, eskimeyen, eskitilemeyen bir yapıt olmayı sürdürmüştür.

Biz de elinizde tuttuğunuz bu Dark İstanbul basımında bütün bu kıymetin fazlasıyla farkında olarak hareket etmeye çalıştık. Çevirmenimiz Stuart Kline’ın özenli çevirisini düzenlemekle yetinmeyip önceki Türkçe basımlarda metnin ne biçimlerde ele alındığını, nasıl biçem farklılıklarıyla işlendiğini irdeledik. Bu süreçte elimize lezzeti yerli yerinde basımlar geçtiği gibi, ne yazık ki böylesine bir esere yakışmayacak denli amatörce yapılmış ve hatta sansüre uğramış kopyalar da geçti. Bu incelemeler bize eseri okurumuza ne şekilde sunmamız veya sunmamamız konusunda epeyce ipucu verdi diyebiliriz.

Pal Sokağı Çocukları”nı söylenişi Türkçeleşmiş isimlerle okumaya alıştıysanız, muhtemelen bizim çevirimizde isimlerin orijinal şekliyle kullanılmasını ilk başlarda yadırgamışsınızdır. Bunun bilinçli tercihimiz olduğunu söyleyerek gireyim konuya. Diyaloglarda ve anlatının pek çok kısmında Türkçeye uyumlu tanımlar ve tamlamalar tercih ederek okurumuzun karakterlerle özdeşleşmesini kolaylaştırmaya gayret ettik ancak dönemin Macaristan’ından ayrıntıların metinden tamamen yalıtılması da bize doğru gelmedi. Bu nedenle sadece karakterlerin değil sokaklarla caddelerin ve hatta pek çok çeviriye “para, lira, kuruş,” diye giren para biriminin de orijinal haliyle kalmasını istedik.

Hem kitabın başlarında hem de bu metinde olmak üzere birkaç kez tekrarladığımız gibi, “Pal Sokağı Çocukları”nın ilk yayımı haftalık bir dergide tefrika olarak gerçekleşti. Bu kaçınılmaz olarak yazar için de aralıklı yazım süreci anlamına geliyordu. Kurguya derinlemesine baktığımızda, Arsa savaşının gelişip başlamasıyla Nemecsek’in hastalığının ilerlemesinin pek de uyumlu olmadığı görülür. Aslında her şey birkaç gün içinde olup bitmektedir. Oysa Nemecsek zayıf bünyesinden bile beklenmeyecek bir hızla kötüleşir, sonunda da gözlerini sonsuza dek kapatır.

Uzun zamanlara yayılan yazma süreçlerinde yazarın karşılaşması kuvvetle muhtemel sıkıntılı durumlardan biridir bu ancak elbette okurun eseri çok sevmesini, sahiplenmesini veya “Neden Nemecsek o kadar hızlı şekilde kötüleşmesin ki? Bu son derece mümkün!” demesini de engellemez. Buna benzer ufacık bir kurgu sorunu da bu kitabın 32. sayfasına denk gelen olaylar silsilesinde yaşanıyor. Arsa’ya herkesten önce tek başına gelen Nemecsek, Feri Áts ile karşılaşıyor. Áts odun yığınlarından birine çıkmış, çocukların bayrağını alıyor ve gidiyor. Yalnız kalan Nemecsek tahta perdenin kapısına düzenli aralıklarla dört kez vurulduğunu duyuyor. Gelenler Boka, Csele ve Geréb. Nemecsek onlara olup bitenleri anlatınca olayın gerçekleştiği yeri keşfe gidiyorlar. Bu sırada içeri en son giren Boka her daim kapalı durması gereken kapıyı heyecandan açık unutuyor. Keşfi bitirip tekrar kapı önüne döndüklerinde, Csónakos, Weisz, Kolnay ve gruptan bir iki kişinin daha geldiğini görüyorlar. Yeni gelenler, diğerlerine kapıyı açık bulduklarını, bunu kim yaptıysa cezalandırılması gerektiğini hatırlatıyor. Boka kapıyı kimin açık unuttuğunu sorunca Kolnay öne çıkıp “Kapıyı açık unutan yüzbaşımdı” diyor. “Yani ben miydim?” diyor Boka ve Kolnay onaylıyor: “Evet yüzbaşım.” Orijinal metin bu şekilde gelişiyor, oysa böyle olmamalıydı, çünkü Nemecsek’in yanına ilk anda gelenler Boka, Csele ve Geréb’ti. İçeriye en son girenin Boka olduğunu sadece onlar bilebilirdi. Csónakos, Weisz, Kolnay ve başka iki kişiden oluşan diğer grup, nereden baksanız onlardan on dakika sonra içeriye girebilirdi, bu da Kolnay’ın Boka’yı görmesine imkân olmadığını ortaya koyuyor. İşte bu noktada bu minik hatayı da giderme yolunu seçtik ve Boka’yı ihbar edeni Kolnay değil de Csele olarak metne geçirdik. İşin doğrusu, bu konuda referans alabileceğimiz yapıtlar da aramadık değil. “Acaba diğer çevirilerde de bu husus fark edilmiş ve bizim yaptığımız gibi düzeltme yapılmış mıdır?” sorusundan yola çıkarak gerçekleştirdiğimiz araştırmalarda beklediğimiz gibi bir sonuca ulaşamadık. Çevirmen veya editörler ya bu durumu fark etmemiş ya da fark ettilerse de önemsememişlerdi anlaşılan. İzleme şansı bulabildiğimiz Zoltán Fábri yönetimindeki 1968 tarihli filmdeyse bu sahnenin işlenmemesi tercih edilmişti. Nemecsek, Arsa’ya girip Feri Áts’ın bayrağı çaldığını görüyor, ondan uzaklaşıyor, Áts ona “Korkma Nemecsek!” diye seslendikten sonra kaçıp gidiyor, Nemecsek Arsa’da tek başına kaldığı anda sahne değişiyor, Pal Sokağı Çocukları’nın yerde oturup toplantı yaptıkları, bir anlamda da Nemecsek’i sorguladıkları plan ekrana geliyor ve film bu şekilde ilerliyordu. Sözün kısası, biz kurguya duyduğumuz büyük sevgi nedeniyle bu ufak sorunu gidermeyi tercih ettik ancak çevirisini orijinal haliyle bırakmayı seçen diğer basımlara duyduğumuz büyük saygıyı da elbette koruyoruz.

Yaptığımız okumalarda dikkatimizi çeken bir başka konu da bazı çevirilerde işin ucunun “biraz” kaçırılması, yerelleştirmenin abartılması durumuydu. Bu tip çevirilerde “Valla”, “İnşallah”, “Allahaısmarladık”, “Allah’a şükür” gibi ifadeler yerli yersiz kullanılmış, kurgu Macaristan’da değil de Anadolu’da geçiyormuş gibi bir hava estirilmişti. Biz çevirimizde kurgunun yaşandığı varsayılan bölgeyle alakasız bu tip abartılı ifadelere yer vermemeye çalıştık. Buna rağmen dönemin sözcüklerini ve sözcük kalıplarını çağrıştıracak, Farsça veya Arapçakenli olsalar da Türkçeye yerleşmiş ve “eskimiş” diye tabir edilebilecek bazı sözcükleri de bilinçli olarak kullandığımızı belirtmeliyim. Kısacası, orijinali korumakla yerelliği sağlamak arasında hassas bir denge kurmaya gayret ettik. Umarım amacımızı gerçekleştirebilmişizdir.

Kitabı yayımlama kararı aldığımızda, bu çeviriye eli bir şekilde değen tüm çalışanlarımız “Pal Sokağı Çocukları”nı tekrar ve tekrar ve tekrar okudu. Bunların farklı yayınevlerine ait olmasına özellikle dikkat ettik. Yanı sıra Macarca orijinale de metin düzenlememizde sıklıkla başvurarak ne kadar benzer ya da ne kadar farklı olduğumuzu anlamaya çalıştık.

Pek çoğumuzun çocukluk dönemine ait bir hazine olan “Pal Sokağı Çocukları”nı edebi lezzetini koruyarak bir kez daha okurumuza ulaştırabilmek ana amacımızdı ki bu eksiksiz basımda bunu yapabildiğimizi umuyorum. Okuma deneyiminizi bir başka safhaya taşıyabilmek adına Dark İstanbul Görsel Sanat Yönetmeni Serhat Filiz’in, Zoltán Fábri yönetimindeki 1968 tarihli filmden yola çıkarak çizdiği ve her biri tablo niteliğinde olan sahnelerin bu “başka safha” hakkında size sağlam fikir verdiğini sanıyorum. Evet, Pal Sokağı’nın çocukluk yaşlarımızda tanıştığımız bütün sakinlerini çok sevdik ve ortaya bu sevgiye yakışır bir eser koymaya gayret ettik. Dilerim bu konuda hemfikirizdir ama takdir elbette ki sizindir.


Sözün tam da burasında metnin başlarına dönelim ve tekrar soralım: Peki hepsi bu mu? “Pal Sokağı Çocukları” acıklı, okurunu umutsuzluğa sevk eden türden bir roman mı? Ferenc Molnár’ın bize yüz küsur sene önceden erişen sözcükleri şunu mu söylüyor: “Boşuna çabalamayın, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz!”

En başta da dedik ya, yanıtı elbette biliyorsunuz.
Pal Sokağı ÇocuklarıNemecsek’in ölümüyle yaşattığı kedere rağmen, kazanılan bir savaş sonunda bile vatanını kurtaramayacağını fark eden Boka’nın hüznüne rağmen, “Baksana, elleri buz gibi! Buz gibi elleri!” diye çığlık atarak tek evladına son kez sarılan annenin korkunç dramına rağmen, oğlu için akıttığı gözyaşları diktiği cekette leke bırakmasın diye uğraşan babanın aczine rağmen, son nefesini vermiş Nemecsek’in masum bedenine bakarken “Geç kaldık,” diyen Barabás’ın çaresizliğine rağmen okuruna çok önemli bir şeyi hatırlatır: Umut.

O umut ki senden çok daha güçlü düşmanlara karşı kenetlenerek zafere ulaşabileceğini müjdeler...
O umut ki azimle çabaladığın takdirde bütün zorlukları aşabilecek kudrete sahip olabileceğini müjdeler...
O umut ki yıkıldıktan sonra da ayağa kalkabileceğini müjdeler...
O umut ki tıpkı Nemecsek gibi haksızca hain diye yaftalandığın günlerin sonrasında kahraman yüreğinin ve ruhunun önünde saygı duruşuna geçilebileceğini müjdeler...
O umut ki bazen elinde kalan tek şeydir ve sana “o tek şey”in bütün hayatını değiştirme gücünde olduğunu müjdeler.

 

Aşkın Güngör

Uykusuz Editör

 


IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.