Bir takım tuhaflıklar - Serhat Filiz



“Şuradaki kırmızı mantarların altına da bir bakayım.” dedikten, sonra minik ama hızlı adımlarla metrelerce yükseklikteki dut ağacının dibindeki mantarların yanına gitti. Normalde dut ağaçları bu kadar yüksek olmazdı. Ama bu tencere kapağı büyüklüğündeki mantarları eliyle, şöyle bir araladı. “Burada da değilmiş” diye mırıldandı kendi kendine. Küçük kızın kelimeleri notalar gibiydi. Birleşip cümle olunca çok güzel bir şarkı olacak sihirli kelimeler…

Küçük kız bu ormanı seviyordu. Ara sıra gelir, dolaşır, sonra geri dönerdi. Bu ormanda her şey mavi ve yeşil arası incecik bir tül perdenin arkasından görünüyor gibiydi. En önemlisi burada zaman durmuş gibi geliyordu küçük kıza. Buraya geldiği zaman kendisini iyi hissediyordu. Her yeri kaplayan ağaçların yukarıdaki dallarının arasından sızan açık sarı güneş ışığı, bu pastel renkleri daha silik gösteriyordu.

İki elini kullanarak, bal rengi saçlarını araladı. Etrafı daha iyi görmek istiyordu. Aradığı şeyi bu kez bulmalıydı. Bunu çok istiyordu. Büyükannesinin ona okuduğu kitaptaki şeyleri arıyordu. Aramaktan sıkılmamıştı. Gerçi büyükannesi ona aradığı şeyin ancak masallarda olacağını, gerçek hayatta “tavşan deliğinden geçerek başka bir dünyaya açılmanın” mümkün olmadığını söylemişti defalarca, ama olsun. Kız tavşan deliklerinin var olduğuna inanıyordu. En azından hayal ediyordu. Bir keresinde babası ona “Bir şeyi hayal ediyorsan, onu gerçekleştirme şansın mutlaka vardır” demişti. Babası ona asla yalan söylemezdi ve verdiği her sözü tutardı. Bu yüzden minik kız, hayal ettiği o tavşan deliklerini mutlaka bulacağını umuyordu. Sadece biraz daha araması gerekti.

Adımlarını sıklaştırdı. Ormanın ortasından geçen minik patikanın iki tarafındaki yeşil böğürtlenlerden kopardı, ağzına attı. “Peh, daha olmamış bunlar” diyerek tükürdü. Kendi kendine şarkı söyleyerek, onlarca defa geçtiği ve ezbere bildiği bu patikada yürümeye başladı. Saçları, ağaçların arasından sızan donuk güneş ışığıyla alev alev parlıyor, kız her adım attıkça bir inip bir kalkıyordu.

Kız birden durdu.

Bir kanat sesi duymuştu. Ama kuşların kanat sesi gibi değildi bu ses. Pır pır etmişti bir şey. Küçük bir kelebeğin son uçuşu gibi. Umutlu ama sonu olan, belki de son olan bir pır pır.

Bu ses olsa olsa bir arının veya küçücük bir kuşun kanat çırpması olabilirdi. Kanat sesleri yeniden duyuldu. İleride kocaman, kırmızı ve yosun tutmuş bir kaya parçası vardı. Onun arkasından geliyor gibiydi pır pırlar. Hızlı adımlarla kayanın yanına gitti, tutundu ve kayanın arkasına baktı. Bir an çok şaşırdı. Ama sonra şaşkınlığını unuttu. Çünkü bu ormandaki her şeyin tuhaf olduğunu çoktan öğrenmişti. “Sen ne yapıyorsun orada?” dedi kayanın arkasında gördüğü şeye.

“Görmüyor musun, hastayım. Uçarken kanatlarımın gücü kesildi. Paldır küldür buraya düştüm. Yardım et de, çıkayım buradan” dedi konuştuğu şey. Küçük kız, kayanın diğer tarafına dolaştı. Çamurlara bulanmış küçük yaratığa doğru uzattı elini. Yaratık, çabucak kızın eline tırmandı. Kanatları ıslanmıştı. Yüzü yorgun ve hastaydı. Bu bir periydi. Ama masallardaki gibi müthiş güzellikte bir peri değildi. Biraz yaşlanmış olmalıydı. Saçları ıslak, yağlı ve dağınıktı. Belli ki çok uzun süredir taranmamıştı.

“Gel seni koynuma alayım minik peri, biraz ısınırsın belki” dedi küçük kız. Peri huysuzlandı.

“ Öf, siz insanlar da tıpkı onun gibi kokuyorsunuz ama ne yapayım, şu an çok üşüyorum. Galiba dediğin gibi yapsak iyi olacak” dedi çirkin peri. Kızın kolundan tırmanarak kahverengi elbisesinin yakasından içeri, kızın koynuna giriverdi. Bu, periye kendini iyi hissettirdi, gülümsedi. Peri gülümseyince dökülmüş dişleri çıktı ortaya. Yazık, dişleri de dökülmüştü.

“Aslında sen bana yardım edebilirsin Pericik” dedi minik kız.

“Benim adım Pericik değil. Bana çok uzun zamandır Müzeyyen diyorlar bu ormanda. Sen de öyle dersen sevinirim” diye fısıldadı Peri. Sonra da öksürdü. Sesi çatallı ve çirkindi.

“Hmm, bak sen. Müzeyyen demek. Bu isim bana tanıdık geliyor ama neyse. Tamam, nasıl istersen. Sana Müzeyyen derim bundan sonra” dedi küçük kız. Sonra kollarını göğsünde birleştirdi, o da periye sarıldı. Peri bundan memnun olmuş olacak ki gülümsedi ve kızın koynuna iyice yerleşti.

“Ben masaldaki tavşan deliklerini arıyorum. Acaba buralarda bir yerde öyle bir delik var mı” diye sordu minik kız.

“Tavşan deliği mi? Sen burayı öyle bir yer mi sanıyorsun?” diye sordu Müzeyyen şaşkınlıkla.

“Burası öyle bir yer değil küçük hanım, ayrıca senin ne işin var tavşan deliğiyle, hatta burada ne işin var senin, burası sana göre bir yer değil.” Diye devam etti çirkin peri.

Küçük kız şöyle bir saçlarını savurdu ve kendinden emin bir sesle:

“Asıl sen yanlış biliyorsun. Burası tam olarak böyle bir yer. Sen daha yaşadığın yeri bile bilmiyorsun şaşkın” dedi ve kikirdedi. Müzeyyen adındaki peri bu konuşmadan rahatsız olmuştu. Uçup gidebilse, kızın koynundan çıkıp gidecekti ama bir yandan da burası çok rahat ve sıcaktı. Hem bir de o vardı...

“Tamam, tamam. Dediğin gibi olsun küçük hanım. Ama açık konuşmak gerekirse ben burada tavşan deliği falan görmedim hiç. Sen ister ara, ister git.” Cümlesini bitirirken perinin sesi  tuhaflaştı. Aklına olumsuz, kötü bir şey gelmiş gibi kızın koynuna biraz daha saklandı. Fısıltıyla:

“Şey, ben sana bir şey söyleyeceğim aslında. Ben seni birkaç defa burada gördüm. Her seferinde yanına gelip ondan bahsedecektim ama birden yok oldun. Madem artık arkadaş olduk, sana ondan bahsetmem lazım” dedi. Küçük kız peri konuşurken, yaprak yığınlarının altına, dalların arasına bakınıyordu. Hala tavşan deliği peşindeydi. Ama perinin sözlerini ciddiye alması gerektiğini düşündü. Bu orman tuhaf bir yerdi. Hoş, başına bir şey gelmemişti şimdiye dek, ama babasının dediği gibi hayatta her zaman kötülüklere karşı hazırlıklı olması gerekiyordu.

“Söyle bakalım küçük Müzeyyen, çıkar ağzındaki nohutu” dedi.

“O nohut değil bir kere. Bakla! Bakla derler ona, 5 yaşına gelmişsin ama hala öğrenememişsin bunları” dedi Peri huysuz huysuz. Bu sırada ısınmış, biraz da olsa gücünü toplamış gibiydi.

“Ne farkeder ki?” dedi kız. Haklıydı da. Bu garip ormandaki sırların bakla ya da nohut suretinde olması gerçeği değiştirmeyecekti. Tuhaflık, yine tuhaflıktı. Sadece büründüğü kalıp değişecekti. Babası, bir keresinde bir arkadaşıyla konuşurken şöyle bir şey demişti, “ Maskelerini çok az çıkaranlar, görünümlerine çok önem verirler.” Babasının bu sözü ile Peri’nin ona söyleyeceği şeyin aynı şey olduğunu hissetti bir anda. Sonra unuttu gitti bu fikri.

“Haydi seni dinliyorum, çıkar artık, nohut mu bakla mı her neyse ağzındaki” dedi neşeyle.

Peri, kızın koynundan yarı beline kadar çıktı. Temkinli gözlerle etrafına baktı. Hava birazdan kararacaktı. Bir in içi ürperdi. Elini çabuk tutmalı, kıza ondan bahsetmeliydi. Gerisi kızın seçimlerine bağlıydı. Şöyle bir öksürdü, sesine akort çekti ve sözlerine başladı:

“Buralarda senin görmemen gereken biri var. Eğer karşına çıkarsa ondan hemen kaçmalısın. Çünkü o kötü biri.” Sonra söylediği şeyin yanlış olduğunu fark etti ve telaşla ellerini ağzına götürdü.

“Hayır, hayır aslında kötü biri değil, yanlış oldu. Yani, iyi mi kötü mü bilemem, ama yaptığı iş kötü bir iş. Yani senin onu görmemen lazım. Onun da seni görmemesi lazım. Ben seni uyarmış olayım. Hatta senin buralara hiç gelmemem lazım da neyse…”

 

Peri sözlerini bitirdiğinde, küçük kızın hiç oralı olmadığını fark etti. Kız yürümeyi bırakmış, kuru yapraklarla dolu patikanın ortasında ayakta dikiliyordu. Bir şeye bakıyordu. Gördüğü şey onu çok şaşırtmış olmalıydı, çünkü kızın gözleri kocaman olmuştu. Peri, kızın nereye baktığını görmek için kafasını o yöne çevirdi ve kocaman, tiz bir çığlık attı. Telaşla tekrar kızın koynuna girdi, saklandı. Hatta kız bundan biraz gıdıklandı, ama gördüğü şeyin şaşkınlığıyla bunu çok umursamadı. Kızın elbisesinin altından “ Kaç, çabuk kaç” dedi. Ama kız onu umursamadı. Çünkü gördüğü şey hiç te ona zarar verecek gibi görünmüyordu.

 

Patikanın biraz ilerisinde, tam yolun üzerinde siyah, biraz büyükçe, tatlı bir keçi onlara bakıyordu. Ağzında bir ot parçası vardı ve onu çiğniyordu. Rengi siyah olmasa sevimli bile sayılabilecek bu tatlı keçi ona nasıl zarar verebilirdi ki? Hızlı adımlarla keçiye doğru yürümeye başladı. Keçi kaçmadı, ağzındaki otu çiğnemeye devam etti. Bu arada kızın koynundaki perinin çenesi de hiç boş durmuyordu doğrusu.

 

“Hayır, hayır yanına gitme. Kandıracak seni, kandıracak” dedi Müzeyyen adındaki peri.

 

“Lütfen susar mısın artık sen” dedi küçük kız aynı alçak ses tonuyla. Bu arada keçinin yanına gelmişti. Yavaşça elini uzatarak keçinin başını okşadı. Keçi boynunu eğerek, bundan hoşlandığını belli eder gibi bir hareket yaptı, kıza sokuldu.

 

“Sen ne kadar tatlı bir keçisin, karakeçi. Senin adın karakeçi olsun haydi. Ya da dur, senin bir adın var mı? Sana ne dememi istersin?” dedi minik kız. Sonra da kocaman bir kahkaha patlattı. Bu arada hava kararmaya başlamıştı. Yüksek ağaçların sık dallarından sızan sarı ışık huzmesi, yerini mor ve lacivert ışıklara bırakmıştı. Kızın koynundaki peri, gevezeliğe devam ediyordu.

 

“Hayır ya, konuşma onunla. Üfff… Şimdi seni de kandıracak.”

 

Küçük kız periyi hiç umursamadı. Keçinin başını, ensesini, boynunu okşamaya devam etti. Keçi de ona aynı samimiyetle yanıt veriyordu.

 

“Demek bana adını söylemeyeceksin, tamam o zaman senin adın Kesin Karakeçi olmalı” dedi. Tam o anda keçi aniden geri çekildi. Ağzındaki otları tükürdü, boynunu uzattı, sanki bu fikre karşı gibiydi. Ah bir konuşabilse neler diyecekti kim bilir? Küçük kız, keçinin bu hareketi karşısında bir an irkilse de hiç korkmadı. Nedense kendini burada güvende hissediyordu. Kız, bir kahkaha patlattı;

 

“Demek ismini sevmedin Karakeçi. Keşke konuşabilseydin de adını bana söyleyebilseydin” dedi kahkahalarının arasından. Bu arada peri söylenmeye devam etti;

 

“Eyvah, eyvah…”

 

Keçi, kızın cümlesi bittikten sonra, kulaklarını dikti, Boynunu biraz daha kaldırdı ve dile geldi:

 

“Konuşamadığımı da nereden çıkardın?”

 

Kız bir an çok şaşırdı. Hatta epeyce şaşırdı. Başka dünyalara açılan tavşan deliklerini ararken, hasta ve huysuz bir peri ve konuşan bir keçiyle karşılaşmak onun için çok güzel bir anı olacaktı. Okulda arkadaşlarına anlatırken bu konuyu allayıp pullayacak, tıpkı babası gibi bir “Güzel Hikâye anlatan” bir kişi olma yolunda hızla ilerleyecekti. Bunu çok sevdi.

 

“Birçok adım var. Ama buralarda kısaca Lusi derler. Senin adın ise beni asla alakadar etmiyor küçük hanım” dedi Karakeçi.

 

Keçinin sesi, küçük kızın televizyonda seyrettiği belgesellerdeki adamların sesi gibi kalın ve sertti. Böyle tatlı bir keçinin böyle bir ses tonu olacağını tahmin edemezdi küçük kız.

 

“Öyle mi? Özür dilerim Karakeçi. Ay pardon, Lusi. Senin bir adın olduğunu, hatta konuşabildiğini tahmin edememiştim. Tanıştığımıza çok memnun oldum” dedi.

 

“Keçi tekrar boynunu eğdi. Kızla anlaşabildiğine memnun gibi bir hali vardı.

 

“Koynundaki o gevezeye de söyle, çıksın oradan. Çoktan gördüm onu. Orada olduğunu biliyorum” dedi Lusi.

 

Peri bundan hoşlanmamıştı ama yapacak bir şey yoktu. Yavaşça kızın koynundan çıktı, koluna doğru süzüldü ve omzuyla kolunun arasında güvenli bir yer bulup oraya oturdu. Bir avuç içi kadardı zaten. Nereye olsa sığardı huysuz peri Müzeyyen.

 

“Tamam, tamam. Çıktım. Yani, aslında ben de çok sıkıldım bu saklanma işinden Lusi. Tamam, buldun beni. Haydi, iyisin yine. Ama sana bir şey söyleyeyim mi, bu çabalarının hepsi yersiz. Asla dönemeyeceksin oraya. Boşuna uğraş duruyorsun” dedi çatallı ve hasta sesiyle.

 

Lusi onu çok umursamadı, arkasını döndü ve patikada yürümeye başladı, içinden “Hıı, sen öyle san. Sen nereden bileceksin ki?” dedi kendi kendine söylenir gibi.

 

Küçük kız keçinin arkasından bağırdı: “Hey Lusi, nereye gidiyorsun? Bana şu tavşan deliklerini göstermeyecek misin?”

 

Keçi, kızı hiç umursamadı, ama yine de yanıt verdi:

 

“Burada tavşan deliği falan yok. Hem Müzeyyen söylemedi mi sana, senin burada işin yok. Benimle karşılaşman da büyük şans. Dua et çünkü iyi günümdeyim. Hoş, herkes bir gün benimle karşılaşıyor ama sen acele ettin. Eh yapacak bir şey yok, bu senin seçimin, neyse bakacağız.” dedi.

 

Kız, Lusi’nin dediklerinden bir şey anlamamıştı, ama yine de peşinden gidip onunla konuşmaya karar verdi.  Tavşan deliklerinin yerini öğrenmeyi çok istiyordu.

 

Lusi önde, küçük kız ve peri arkada, tuhaf bir üçlü olarak patikada yürümeye başladılar. Peri, çok kötü öksürüyordu. Çok hastaydı gerçekten. Bir müddet öylece yürüdüler. Hava iyiden iyiye kararmaya başlamıştı. Peri titreyerek kızın saçlarının arasına, kulağının yanında bir yerlere girdi.

 

“Pişt, sana bir şey diyeceğim. Şey, üzülme ama benim artık gitmem gerek. Bu inatçı keçi durmadan beni arıyor. Bıkmadı gitti. Böylece göze girecek sanki… Neyse, dediğim gibi o kötü biri değil aslında. Sadece baba sorunları olan tuhaf bir yaratık, onu da hoş görmek lazım. Zaten çok da yaşlandım, doğru düzgün uçamıyorum bile. En iyisi bu tuhaf ormandan çıkıp gitmek, çok da sıkıldım doğrusu” dedi.

 

Küçük kız perinin söylediklerini garip buldu. Evet, haklı olabilirdi. Ama buna canı sıkıldı. Çünkü kaç zamandır buraya gelip gidiyordu. İlk kez kendisine, tuhaf da olsa iki arkadaş bulmuştu, ama şimdi onlar da gidiyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Babasını hatırladı yine. Babasının, her şeyde olduğu gibi bu konuda da söylediği bir şey geldi aklına.

 

“Gideceğim diyeni tutamazsın kızım. Gidecek olan gider, tutamazsın. Gelecek olan da gelir. Uzakta bile olsa, ya da imkânı olmasa bile, ne yapar eder gelir, bir fırsatını bulup, seni bulur.”

 

 Küçük kız babasının bu sözlerinden yine pek bir şey anlamasa da, gelecek olanın ne olursa olsun geleceğini, gidecek olanın da gideceğini anlamıştı. Şimdilik bu ona yeterliydi.

 

“Nasıl istersen Müzeyyen. Ama seni bir daha görebilecek miyim?” dedi hüzünlü bir sesle.

 

“Ah güzel kız, bunun yanıtı bende yok. Kim bilir, belki bir gün karşılaşırız” dedi Müzeyyen adındaki peri. Sonra kanatlarını şöyle bir silkti, kızın yanağına sarıldı. Ona büyük bir öpücük verdi. Bu sırada en önde giden keçi seslendi, “Haydi, çok vaktimiz kalmadı Müzeyyen. Zaten aylardır seni arıyorum, canım burnumda. Uzatma da gidelim şu garip yerden” dedi. Sonra durdu, küçük kız ve Müzeyyen’ e doğru döndü:

 

“Sen de tavşan deliklerini buralarda değil, kitaplarda aramalısın bence. Burası tehlikeli bir yer. Çok dolaşma buralarda dedi tok sesiyle. Kız usulca “ hmm” dedi ve başını önüne eğdi. Müzeyyen adındaki peri, kızın omuzundan havalandı, kanatlarını zar zor çırpıyordu. Tekrar öksürdü. Zar, zor keçinin üstüne kondu. Parlak ve siyah tüylerinin arasında kendine bir yer yaptı, oraya uzandı. İncecik ve yaşlı bacaklarını karnına doğru çekti. Kollarını kendine yastık yaptı ve gözlerini kapadı.

 

“Çok yoruldum Karakeçi. Haydi, gidelim” dedi

 

“Benim adım Karakeçi değil, daha kaç defa söyleyeceğim” diye söylendi Lusi.

 

Artık hava iyiden iyiye kararmıştı. Etraf grimsi bir laciverte dönmüştü. Küçük kız yürümeyi bıraktı. Lusi ona bir veda bile etmeden sırtındaki huysuz peri Müzeyyen ile beraber karanlık patikada yürüdü, yürüdü, sonra kayboldu gitti.

 

Kız, tekrar yapayalnız kalmıştı. Bundan çok korkuyordu. Müzeyyen ile iyi,kötü arkadaş olmuştu. Bu Lusi’de nereden çıkmıştı ki şimdi? Hiç olacak şey miydi bu? Tam da o an yorulduğunu hissetti. Sabahtan beri buralarda yürüyordu. Babası onu merak etmiş olabilirdi. Evine dönmeye karar verdi. Hemen yanı başındaki mor ve lacivert kabukları olan dev ağacın altına oturdu. Derin bir of çekti. Sonra gözlerini kapadı, uyuya kaldı…

 

                                                           *******

 

“Kızım, haydi kalk yerine geç, yine uyuyakaldın” dedi babası. Babasının sesini tanıyamasa bile kokusundan mutlaka tanırdı. Sigara ile karışık, onu öpeceği zaman ağzına attığı naneli şeker ve bira kokusu. Bu kokuyu çok seviyordu. Usulca gözlerini araladı. Az önce odada olan insanlar artık yoktu. Misafirler gitmiş olmalı diye düşündü. Uzandığı koltuktan kalktı, babasına sarıldı. Babası da ona sarıldı. Kız, babasının kokusunu tekrar içine çekti. Babası birkaç gündür çok tuhaf davranıyordu. Daha önce gözlerinde bir hüzün bulutu bile görmediği koca adam, bugünlerde çok hüzünlüydü ve gözleri sık sık ıslanıyor olmalı ki, sürekli mendille siliyordu onları. Yine öyle olmuştu. Küçük kız içindekini söylemese olmazdı:

 

“ Babaa, yine ağlayacaksan, sarılmayacağım sana bir daha” dedi bilmiş bilmiş. Adam gülümsedi.

 

“Tamam, tamam. Bir daha ağlamayacağım söz” dedi adam.

 

Ama buna kendisi bile inanmıyordu. Küçük kız babasını bir kere daha öptü. Sonra “Haydi Müzü, odamıza gidelim” dedi ve elindeki oyuncak periyi yerlerde sürükleyerek odasına gitti. Oyuncak peri, eskimiş, etekleri püskül püskül olmuştu. Saçı başı darmadumandı. Küçük kız ısrarla bu eskimiş, bitmiş oyuncaktan vazgeçmiyor, onunla yatıp onunla kalkıyordu. Oyuncak peri onun için çok özeldi. Çünkü bu bir hediyeydi. Babaannesi Müzeyyen hediye etmişti onu küçük kıza. Hatta bu oyuncakla beraber, Alice adında bir kızın tavşan deliklerinden geçerek yaşadığı maceraları anlatan bir de kitap almıştı ona yaşlı kadın. O hediye ettiği için perinin adını da “Müzü” koymuşlardı. Müzeyyen babaanne, kızı çok seviyordu. Oda Müzeyyen’i seviyordu, ama bugünlerde tuhaf bir şeyler oluyordu. Müzeyyen ortalarda yoktu. Hatta Müzeyyen’in yok olduğu günlerde, yani bir hafta önce falan, babası küçük kızı teyzesine yollamıştı. Küçük kız birkaç gün teyzesinde kalmış ve çok eğlenmişlerdi. Ama işte, döndüğünde Müzeyyen yoktu. Birkaç defa babasına Müzeyyen’in nerede olduğun sormuştu. Babası yanıt vermek yerine ona sarılmış, sonra da alakasız konuşmalarla aklını karıştırmıştı.

 

Küçük kız odasına gidip yatağına yattı, Müzü’ye sarıldı. Babaannesi aklına geldi.

 

“Acaba seni tekrar görebilecek miyim Müzeyyen?” diye fısıldadı. Sonra uykusu ağır bastı, gözkapakları kapandı ve uyudu.

 

 


Güzel anıların ve hatıraların kendisi yeterince acı değilmiş gibi, “sen de kendi payından bir hatıra seç” demiş Sezen. Sona da “ben o olayım” diyerek tüy dikmiş hatıraların kırık kalplerden örülmüş kalesinin burçlarına. Mutlu ve mutsuz anıların, hatıraların çok acayip bir ortak noktası var. İkisi de acıtıyor…

İnsan, sosyal hayatın içinde debelenip dururken sığınacağı bir şey arıyor bazen. Kuytu bir kenar, bir köşe arıyor yalnızlığının içinde. Benliğini, özünü sakladığı, beyninin içindeki o evden dışarı çıkıp en azından o evin bahçesinde bir duvar dibinde sümüklerini akıta akıta ağlamak. Evin bahçeye açılan kapıları sonuna dek açık olsa da çıkamıyor oradan bahçeye. Gidebildiği en uzak yer, aklındaki o evin içindeki, üst kattaki o girilmeyen karanlık odalardan biri olabiliyor ancak. Bir müddet sonra da vazgeçiyor bahçeye çıkmaktan. İhtiyaç duydukça o karanlık odalara gidip, anılarla, hatıralarla kendini avutup, bir nevi deşarj olup geri dönüyor hayata. Aklındaki sonsuz sayıda odaların bazı karanlık köşeleri tuhaf, hatırlanmak istenmeyen anılarla dolu. Çoktan unutturmuş beyni o anıları. Ama yok edememiş. Orada duruyor kabak gibi. Bu anıların olduğu odaların kapıları kilitli değil. İstediği zaman girebilir insan. Ama tercih etmiyor işte. Çünkü insan biliyor o hatıraları atarsan, silersen insan da kalmaz. Seni şekillendiren şeyler onlar.
 
Gittiğinde insanın kalbinde bir yara, bir iz bırakmayan her şey fazlalıktır bence. Gittiğinde insanda tatlı veya tatsız hatıralar bırakan şeyler. “Kaplanı Uyandırmak” ta der ki, birçok hatıranın gerçekte yaşananın tutarlı ve kesintisiz bir kaydı olmadığını unutmayın. Hatırlamak deneyimimize dair unsurları bir araya toplayarak düzenli ve bağdaşık bir bütün halinde birleştirme sürecidir. İşte burası zurnanın zırt dediği yer. Acaba hatıralarımızın ne kadarı şu an hatırladığımız gibi. İnsan beyni öyle bir mekanizma ki sırf kendini korumak için tatsız hatıraları ya silecek ya da allayıp pullayıp insanın hoşuna gidecek şekilde değiştirebiliyor. Belki de bu yüzden hatıraları, rüyaları hatırladığımız gibi hatırlıyoruz. Belki bir müddet sonra bir rüyayı unutacağımız gibi onları da unutacağız. Belki şu an hatırladığımız ne anılarımız var. Hatıralar yokluğun paradoksudur aslında. Hatırlarsan var, hatırlamazsan yok. Senden başka kimse de bilmiyor. Yani artık yok, hiç olmamış gibi. Tuhaf geliyor bana. Bir o kadar da çekici. O yüzden Tanrı’ya şükür ki, resim yapma yeteneğim var, iz bırakmış hatıralarımı iyi kötü hatırlayacağım k adar çiziyorum, kazıyorum, boyuyorum. Böyle bir sürü defterim var. Bu defterleri sık sık yokluyorum, yenilerini çizerken. Böylece beynimdeki nöron ağlarını sıkılaştırıp kopmalarını engelliyorum. Deneyin. Çalıştığını ancak birkaç yıl içinde anlarsınız. Ama inanın çalışıyor.

Şöyle bir etrafınıza bakın. Herkes anı anlatma, işine girince gençliğindeki mevzulardan bahsediyor. Çok geçmiştekilerden ama. Birkaç yıl öncesinden değil. Yirmi, otuz yıl önceki anılar, hatıralar. İnsanın yakın zamana ait anlatacak bir hatırasının olmaması acayip değil mi? Renkli ve mutlu bir geçmişin parlayan hatıralarıyla avunmak, birini beklemek gibi yeni ve güzel anılar oluşturabilmek için. O birisi de hiç gelmiyor galiba. Ya da beklenen o şey olmuyor. Geçmişle avun gitsin…
 
Hatıralar, geriye dönüp hatırlandığında her zaman gerçek yaşandığı andan daha dokunaklı geliyor. Bu beynin müthiş bir oyunu, bize sunduğu güzel bir oyun. Nedenini, nasılını neye göre seçtiğini bilemiyoruz, bilemeyeceğiz de asla. Onun yönettiği oyunu oynuyoruz anı hatırlama işinde. Ben başka bir şey anlatacaktım, aklımda yine konu konuyu açtı, mevzu karıştı. Şöyle bağlayayım o zaman; sizin de aklınıza bir fikir sokup rahatınızı kaçırmak gibi olmasın ama, burada mavi – kırmızı hap mevzusu oluyor, hatırladığımız anıların acaba ne kadar gerçek? Ne kadarı sandığımız gibi? Belki de çocukluktan kalma, bir aile büyüğü veya arkadaşla çektirdiğimiz bir fotoğrafın anısı, aklımızdaki gibi sevimli, hoş ve güzel değil. Belki de fotoğrafta yanımızda duran o sevdiğimiz dostumuz, aile büyüğümüze değil, bambaşka, tuhaf biri ya da bir şey…
 
Benim ilk hatırladığım anım, bir pazar günü… Okul çağında değilim. Babam çalışmıyor, çünkü anımda odamın kapalı olan perdelerinin aralığından içeri, sarı ve tatlı bir ışık giriyor. Havada toz parçaları asılı gibi. Babam içeride bir arkadaşı ile beraber. Bir şey tamir ediyorlar sanki ama işte hiç emin değilim bundan. Günün pazar olduğundan bile emin değilim aslında. Çünkü babam çalışmadığı için o gün pazarmış gibi akıl yürütüyor beynim. Babamın arkadaşı bize gelirken bana tahtadan şekillerin olduğu bir oyuncak getirmiş, ben odamda onları üst üste koyup seviniyorum falan…
 
Şimdi bu anı gerçek mi? Ya da yukarıda yazdığım gibi mi? İşte bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sizlerin de hatırladığınız ilk anılarınızı bilmek isterim. Belki daha iyi tanırız birbirimizi.
 
serhattino@gmail.com

 

Hayaller zor kurulur. Hayal kurmak için kendinize has bir kaçış odanız, güvenli alanınız olmalı. Orada istediğiniz hayali kurabilirsiniz. Hayal kurarken bambaşka bir evrene geçilir. O evrende sizin kurallarınız geçerlidir. Kimisi hayalini yazarak kurar. Kimisi sadece gözlerini kapatıp düşünerek. Ben resim yaparak kuruyorum hayallerimi. Aklımda canlandırdığım imgeyi bir yüzeye karalayarak, boyayarak bir nevi hayallerimi gerçekleştiriyorum. İki boyutlu bir yüzeyde de olsa o hayalim gerçekleşmiş oluyor. Kim buna itiraz edebilir ki? Sonuçta hayal benim, yüzey benim, kâğıt, kalem benim. Bu hayali kurmak için genelde gece saatleri daha uygun oluyor. Herkes kabuğuna çekilip, yatağına yatıp kendi vicdanı ile baş başa kaldığında ben de hayallerimi gerçekleştiriyorum. Çok uzun zaman önce bu hayal kurma meselesini gerçek ve profesyonel bir işe çevirmek zorunda kaldım. Çünkü sadece hayal kurmakla karın doymuyor, hayalleri mi yiyeceğiz? Şanslıyım ki sistem çalıştı, hayalleri gerçeğe dökme işinde tercih edilen bir tuhaf çizer oldum. O başka bir yazının konusu. Konuşuruz sonra…
 
Dedik ya hayaller zor kuruluyor diye. Ama emin olun çıt diye çabucak kırılıyor hayal dediğiniz şey. Sokrates’in dediği gibi, büyük hayallerin, kırıklığı da büyük oluyor. Hayalleri abartmadan kurmak gerek. En büyük hayal kırıklığımı paylaşayım sizinle. Küçükken astronot olmak istiyordum. Hala da istiyorum. Son nefesimi verirken de ah ulan keşke astronot olabilseydim diyeceğim. Ama olamadım görüldüğü üzere. Onun yerine madalyonun bir tarafında tuhaf tuhaf şeyler yazıp çizen, bencil, biraz ürkütücü, sakallı, bıyıklı, ters ve huysuz koca bir adam, diğer tarafında da kendini çocuklara adayan, onlar için bir şeyler üretmekten vazgeçmeyen, fedakâr, ömür boyu gönüllü oskarı olsa her yıl o ödülü alacak salakça bir idealistlikle dünyayı tek başına kurtaramayacağını halen anlamamış   babacan ve sevimli bir adam. (Bunları ben demiyorum, konu komşu diyor) Yola çıkarken Dean Koontz veyahut Stephen King gibi bir yazar olmayı kafaya takmış, ama nihayetinde Kemalettin Tuğcu ile Gülten Dayıoğlu’nun kötü bir karışımı olmuş bir adam… Diyeceksiniz ki yok canım öyle değil. Bence öyle.

Kişi kendini bilmeli. Haddini de bilmeli. İşte hayal kurmanın önemi burada ortaya çıkıyor. Hayal kuruyorum, sonra hayalimi gerçekleştiriyorum. Böylece ne orada ne de burada olamamanın verdiği o tuhaf kaybolmuşluk hissini bir nebze de olsa bastırmak mümkün oluyor. Ama geçici tabi. Bazen hayatın tokadı öyle bir çarpıyor ki insanın suratına, bir anda anlıyorsunuz çevrenizde sizi asla anlamaya niyeti olmayan gerzeklerle dolu çevreniz. O zaman da tekrar hayal gücüne ve hayallere sığınıyor insan. Yani yazının başındaki güvenli alana, odanıza, odama. Tam her şey halloldu, tamamdır, güvenli alanımda hayallerime devam edeyim ben, yazayım, çizeyim derken, bir intikam gelip buluyor sizi. Hayal gerçeği bozar çünkü. Kurduğum hayaller çevremdeki tüm gerçekliği bozup son derece homojen bir evren olarak kalması gerekirken, gerçeklik intikamını alıyor hayalden. Beni çok bozdun, şimdi sıra bende diyor. Hayal gücünüz ve dayanma gücünüz kuvvetliyse, gerçekliği alt edebilirsiniz. En azından idare edecek kıvama getirebilirsiniz. O zaman sorun yok. Ama azıcık zayıf düşmüşseniz, vay halinize. Öldürmeyen ama sakat bırakan bir savaş başlar. Uğraş dur…
 
Şunu öğrendim ki bu bir paradoks. Kuyruğunu yiyen yılan. Bunun sonu yok. Sonuna kadar böyle gidecek bu işler. Bunun farkına vardığınız an Şarkıdaki gibi tatlı bir uyuşukluk kaplar her yerinizi. Bir su birikintisinde koca bir okyanus görmenin faydaları ve zararları gelir bir bir. Gece gelir bunlar bir de. Kişinin en tuhaf hissettiği, kendiyle kaldığı anlarda. Bu yüzden yatağa girmek, uyumak istemezsiniz. Geçenlerde bir yerlerde okumuştum, kendinizi tanımak istiyorsanız yalnızken nasıl takıldığınıza bakın, neler düşündüğünüze, neler yaptığınıza… Bunu bir düşünün.
 
Hayal kırıklığı, küçükken hayal ettiğiniz oyuncağa ulaşamamanızdır. Beklediğiniz özürlerin dilenmeyişi, özlediğini halde özlenmediğinizdir. Hayal kırıklığı kendiniz ve tüm toplum için istediklerinizin ve çabalarınızın aslında kimsenin umurunda olmamasıdır. Hayal kırıklığı, bütün elinizden gelenlerin hayatın gerçekleri denen aşılmaz duvarın ötesine geçemeyeceğini anlamanızdır. Tüm bunların sonunda henüz gençken olmak istediğiniz o süper kahraman olamadığınızı anladığınız andır. Hayal kırıklığı, o minicik “çıt “sesini sizden başka kimsenin duymamasıdır. Bir hayalin içindeyken suda olduğunuzu bilmemenizdir. Hayalin içinden çıktığınızda, hayatın artık bir başka yerde olduğunu görmenizdir.

Hayal kurmak, parça parça oluşup büyüyerek gelişen bir bütün. Zaman zaman bir parçası olmuyor, uymuyor. Hayal kırılıyor. Yap bozun o kısmına elinizle, manuel olarak bir şey çizmek zorundasınız ki alttan kabak gibi görünmesin o gri mukavva. Ben öyle yapıyorum. Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’uyla aynı işi yapıyorum. Asil, romantik, tutkulu, estetik kaygı barındıran bir şey değil benimki. Tamamen hayati fonksiyonlarım devam etsin diye biraz da mecburiyetten yaptığım bir şey. İşte, sadece zamanın istediği ile benim isteklerim, temennilerim aynı anda olmuyor, orası biraz sıkıntılı. Ama idare ediyoruz işte dostlar. Kimseden, hiçbir şeyden beklenti yok. Kendimize bakıyoruz, işimize, gücümüze. Sevdiğimiz üç beş insana…
 
Yine de ve ne olursa olsun hayal kurmaktan vazgeçmeyen bir insan olduğun için bu saçma yazıyı sonuna dek okudun. Teşekkür ederim paylaşmama izin verdiğin için. Demek ki aynı taraftayız. Bul beni, kırılan hayallerden ve kurulacak yeni hayallerden bahsedelim…

 





IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.