Selin Bak: AGATHA TEYZE KUSURA BAKMA, BİZİM MAHALLEDE OLAYLAR FARKLI

02-05-2025 23:46
Selin Bak: AGATHA TEYZE KUSURA BAKMA, BİZİM MAHALLEDE OLAYLAR FARKLI

Polisiye edebiyatta, yerli ya da yabancı kitapları okuduğumda, daima içimden bir karşılaştırma yapıyorum. Elimde değil bu. Eğer yazar yabancıysa Türk yazar ya da tam tersi, muhakkak benzerini bulmak gibi bir çabaya girişiyorum. Dili, stili, kurgusu vs. Hangi Türk yazar hangi yabancı yazara benziyor? Eşleştirme yapmak gibi bir tike sahibim sanırım. Bu yazıyı, size de böyle bir rahatsızlık yüklemek için yazmak istedim. Gerçekten çok iyi yazarlarımız olduğunu, yabancı ve çok sevilen polisiye yazarlardan aslında bir farkları olmadığını, aksine artıları bile olduğunu anlatmak istiyorum. Başlayalım mı?

 

Sherlock Holmes İngiliz sisleri arasından pelerinini savura savura çıkagelirken, bizim cinayet mahalline ilk gelen her zaman mahallenin bakkalı olur. Agatha Christie tren vagonlarında kapalı oda cinayetleri çözerken, bizim yazarlar, dar gelirli emekli albayların apartman dairelerinde, salçalı makarna tabaklarının yanında ararlar ipuçlarını. Ama sanmayın ki geri kalırlar; Hercule Poirot bıyığını burarken, Vedat ile Tefo çay ocağında tavla atar, cinayet dosyasını da o arada çözer. İşte tam da bu yüzden yazıyorum bu yazıyı; Çünkü polisiye sadece Londra'nın puslu sokaklarında, Paris'in şık caddelerinde ya da New York'un karanlık arka sokaklarında geçmez.

 

Bu yazıda, uluslararası dedektiflerin ağırbaşlı adamlarıyla bizim yerli karakterlerin kenar mahalle koşuşturmacasını yan yana koyacağım. Kimin cebinde büyüteç var, kimin cebinde simit kırıntısı… Haydi, birlikte bakalım!

 

ÜSLUP: İngiliz Kravatı mı, Anadolu Kasketi mi?

    

Yabancı polisiye yazarlar genelde cümle kurarken de suçlu ararmış gibi davranır; dikkatli, seçici, zaman zaman da şüpheci. Arthur Conan Doyle, Agatha Christie, Raymond Chandler gibi ustalar, edebi dili ustalıkla kullanır. Cümleler zarif, diyaloglar ölçülü, betimlemeler tam ayarında... Bir cinayeti çözerken aynı zamanda dilin de hakkını verirler. Misal, Poirot’nun her cümlesi, içinde küçük bir kibrin, büyük bir zekânın izlerini taşır. Christie'nin, Poirot'nun şıklığını, zarafetini vurgulayan her betimlemesi, okura sadece bir cinayeti çözme macerası değil, aynı zamanda bir kültür içinde kaybolma hissiyatı da sunar.

 

Bizim Türk yazarlar ise -istisnalar kaideyi bozmaz ama- daha sıcak, daha içten, daha mahalleli bir dille yaklaşır meseleye. Celil Oker'in Remzi Ünal'ı, “İstanbul trafiği kadar karmaşık değil bu cinayet” derken sizi gülümsetir. Algan Sezgintüredi'nin Vedat ile Tefo ikilisi, olay yeri incelemeyi yaparken bir yandan birbirine takılır. Mizah da üslubun içindedir, sokak dili de. Kimi zaman kelimeler hafif yamulur, ama o yamukluk okurun gönlünü 12’den vurur. Çağatay Yaşmut’un karakterleri de benzer bir şekilde, yaşamın içinden çıkar; onların dilinde bazen bir ironi, bazen bir hüzün vardır. Galip Başkomiser'in konuşmaları ne süslü edebiyat ne de bilimsel terminolojiyle doludur. Sade, doğrudan, ama her sözcüğüyle derin anlamlar barındırır.

 

Poirot’nun sorusu “Cinayeti işlemeniz için bir sebebiniz var mıydı?” olurken, Tefo şöyle der: “Sen o gece neredeydin hemşerim? Doğru söyle bak”.

Raymond Chandler’ın Philip Marlowe'u, biraz kasvetli, karanlık, ama her zaman bir sağduyuya sahiptir. Biraz daha acılı, hayatta kaybetmiş, ama yine de bir türlü galip çıkmaya çalışır. Marlowe’un o çetin tavırları ve sarkastik konuşmaları, bir cinayet çözmek kadar hayatın zorluklarına da bir tür başkaldırıdır. Öte yandan Armağan Tunaboylu’nun Metin Çakır’ı gibi karakterler, cinayetin gölgesinde gülebilirler; sorunları ve hayatta kaybettikleri şeylere rağmen, mizahi bir dille olayı anlatırlar.

 

Christie, Poirot’nun her hareketini detaylıca açıklar, her adımda bir ipucu bırakır. Ahmet Ümit, Nevzat’ı yazarken, okura bazen karmaşık bir karakterin içinde kaybolmuş gibi hissettirebilir, ama aynı zamanda Türk toplumunun acılarını da anlatır. “Sokakların kirini, mahallenin gerçeğini” özümseyen bir dil kullanır.

 

Doyle’ün Sherlock Holmes’ü, en büyük gizemleri çözerken her zaman akıl yoluyla hareket eder. “Kesin kanıt yok, ama ben bunu sezdim,” der. Celil Oker’in Remzi Ünal’ı ise, İstanbul'un karmaşasında, her seferinde bir başka iz sürer. O bir dedektif değil, “mahallenin abisi” gibidir. O kadar sıcaktır ki, okur neredeyse onunla bir çay içip, cinayeti çözmeye katılmak ister.

 

KURGU: Satranç Tahtası mı, Tavla Masası mı?

 

Klasik yabancı polisiyede, özellikle Altın Çağ yazarlarında, kurgu bir saat mekanizması gibi işler. Her şey yerli yerinde, her ipucu tam zamanında gelir, her karakterin bir rolü vardır. Agatha Christie'nin Hercule Poirot romanlarında, kurgu adeta bir satranç oyunu gibidir. Olası katilin kim olduğunu önceden bilmeden, her bir karakterin gizli yönleri ve motivasyonları sistematik bir şekilde açığa çıkar. Christie, her yeni cümleyle okura bir taş daha sunar, her bir ipucu bir sonraki hamleyi anlatır. Poirot, çözümüne yaklaşırken, “Bütün her şey buradaydı” diyerek okuru hayretler içinde bırakır. Çünkü her şey aslında daha önce verilmiştir, sadece doğru bağlantıyı bulmak gerekir.

 

Raymond Chandler’ın Philip Marlowe’u ise farklı bir yoldan ilerler. Chandler’ın kurgusu, ağır sahne bir film gibidir. Adalet her zaman adil olmaz, karakterler neredeyse sürekli bir beyhude arayış içindedir. Marlowe’un hikâyeleri genelde karmaşık, bazen umutsuz ve hayal kırıklıklarıyla doludur. O, çözüme giden yolda bir bulmacadan ziyade, kesişen hayatların yarattığı kargaşada yol alır. Chandler, kurgu yaparken adeta okurunu sinematik bir dünyada gezdirir. Yeraltı dünyası, cinayetler, entrikalar... Her şey birbirine karışır ve okur, Marlowe ile birlikte bir çıkış yolu arar.

 

Türk polisiye yazarlarında ise kurgu daha çok hayattan beslenir. Biraz dağınık bir masa gibidir, her şey vardır, her şey tanıdıktır. Örneğin Ahmet Ümit, olayları tarih ve toplumsal yapı içinde işlemeyi tercih eder. İstanbul Hatırası’nda bir cinayet çözülürken, aynı zamanda İstanbul’un geçmişi, bugünü ve sosyolojik yapısı da adım adım ortaya çıkmaktadır. Ahmet Ümit’in kurgusu, bir yandan çözülmesi gereken gizemi içerirken, diğer yandan okuyucuyu şehre, döneme, yaşama dair sorulara yönlendirir.

 

Celil Oker'in Remzi Ünal serisi ise, daha çok tipik bir İstanbul dedektifinin bakış açısına dayanır. Ünal’ın kurgusu, bazen karışık, bazen düz bir çizgide ilerler. Remzi Ünal, bir cinayeti çözerken, kendi hayatına dair sırları da keşfeder. Olaylar arasında geçişler hızlıdır, zaman yer değiştirir, ama okur hiçbir zaman kaybolmaz. Algan Sezgintüredi'nin Vedat ile Tefo’sunda kurgu daha rahat ve eğlencelidir. Olay örgüsü, gülümsetirken aynı zamanda düşündürür. Karakterlerin başına gelenler, genellikle büyük bir ahlaki çatışma yaratmaz, ancak okur bu çatışmaların yerini dolaylı şekilde alır.

 

Yaprak Öz ise, karakter odaklı bir kurgu anlayışına sahiptir. Onun kurgusunda, çoğunlukla içsel çatışmalar ve karakterin psikolojisi ön planda tutulur. Yaprak Öz’ün kurgu anlayışında, her karakterin kendi kişisel hesaplaşmaları, suçlu ya da masum olmalarından daha önemli hale gelir. Bu yönüyle Yaprak Öz, polisiye türüne modern psikolojik drama katmanları ekler. Kurgunun sonunda, her şeyin bir çözümü olmayabilir, ancak her karakterin hikâyesi bir anlam kazanır. Okur, suçun çözülmesinden daha çok, karakterin değişimiyle ilgilenir.

 

Yabancı yazarların kurgusunda daha çok planlı bir yapı görmek mümkündür. Jo Nesbø, Gillian Flynn gibi yazarlar, cinayeti çözerken kurguya psikolojik çözümlemeler, gerilim unsurları ve derin karakter analizleri ekler. Kurgu, genellikle okurun her sayfada biraz daha fazla gerilmesini sağlamak üzerine kurulur. Nesbø’nün Harry Hole serisi, adeta bir kozmik kurgu gibidir. Her roman, bir öncekinin yükünü taşır, karakterin psikolojisiyle birlikte suç da büyür ve derinleşir. Nesbø’nün kurgusunda her şeyin bir bedeli vardır.

 

Ancak Türk yazarların kurgusunda, bazen kaybolan kişinin veya gizli bir sırrın çözülmesinin yanında, bireysel bir iç yolculuk da anlatılır. Emrah Serbes'in romanlarında, kurgu genellikle içsel bir hesaplaşmayı taşır. Olayların çözülmesi, karakterin kendi benliğiyle yüzleşmesinin bir parçasıdır. Türk yazarlar, bazen kurgu içinde bir çoğulculuk da barındırır; bir cinayet çözülürken, çok sayıda karakterin hikâyesi ve duygusu bir araya gelir.

 

Christie’de her ipucu planlı bir şekilde yerleştirilmiştir, bir satranç tahtasında her taş bir anlam taşır. Oysa Elçin Poyrazlar’ın kurgusunda sokaklar, insanlar ve onların geçmişi arasında bir denge kurulur. Chandler ise, bir nevi “kaybolan” çözümle, okuru sürekli gerilim içinde bırakır. Türk polisiyesi, kurgusuyla genellikle daha tanıdıktır, ama bu tanıdıklık bazen okuru zorlayacak şekilde çatlaklar gösterir; son sayfada bile, belki de her şeyin tam olarak çözülmediğini hissedersiniz.

 

KARAKTERLER: Dedektif mi, Dertli mi?

 

Polisiye romanların belki de en renkli, en unutulmaz unsurudur dedektifler. Yabancı polisiyede dedektif, çoğu zaman zekâsıyla büyüleyen, eksantrik yanlarıyla hafızalarda yer eden bir karakterdir. Sherlock Holmes, Hercule Poirot, Miss Marple ya da Philip Marlowe gibi isimler, birer simge haline gelmiştir. Hepsinin çözüm yöntemleri, kişisel alışkanlıkları ve hayata bakışları farklıdır, ancak hepsi kendilerini tamamen işe adamış karakterlerdir. Holmes’un afyon tutkusu, Poirot’nun simetri takıntısı, Marlowe’un melankolik yalnızlığı gibi detaylar, karakterin yalnızca suçla değil, kendi iç dünyasıyla da savaştığını gösterir.

 

Modern yabancı polisiyede bu eğilim daha da derinleşir. Jo Nesbø’nun Harry Hole’ü tam anlamıyla paramparça bir adamdır; alkolik, yalnız, öfke kontrolüyle başı dertte ama aynı zamanda insan hayatına son derece değer veren bir polis. Gillian Flynn’in eserlerindeki karakterler – özellikle Gone Girl'deki Nick ve Amy – klasik dedektif figüründen çok, suçun içinden gelen karmaşık anti-kahramanlardır. Tana French'in Dublin Murder Squad’ı gibi serilerde dedektifler, olayları çözerken kendi çocukluk travmaları, bastırılmış duyguları ve toplumsal rollerle de hesaplaşırlar. Yani yabancı polisiye dedektifi artık yalnızca bir akıl yürütme makinesi değil; aynı zamanda çatışmalarla, kayıplarla, yalnızlıkla boğuşan bir insandır.

 

Türk polisiyesinde dedektif karakteri biraz daha... nasıl desem… kırık dökük, ama daha tanıdık, daha bizdendir. Yabancı dedektifler suçu çözmeyi bir sanat gibi görürken, Türk dedektifler çoğu zaman suça bulaşmış toplumun içinde debelenir. Celil Oker’in özel dedektifi Remzi Ünal, genelde işini profesyonelce yapmaya çalışsa da eski bir pilottur ve geçmişiyle barışamamıştır. Aşka uzak durur, duygularını bastırır ama her cinayette bir parça daha içinden dağılır. Çoğu zaman olaylardan daha çok, kendi yalnızlığı konuşur onunla.

 

Ahmet Ümit’in Başkomser Nevzat'ı ise tam anlamıyla dertli bir karakterdir. Klasik anlamda “cool” bir dedektif değildir; yorgundur, kayıplar yaşamıştır, aşkı defalarca kaybetmiştir. Her çözdüğü cinayet, onda yeni bir yara açar. Bazen felsefe yapar, bazen eski İstanbul'u düşünür. O, suçun sadece failiyle değil, toplumsal ve tarihsel bağlamıyla da ilgilenir. Ve çözüm, çoğu zaman içini ferahlatmaz; çünkü bilir ki, adalet her zaman yerini bulmaz.

 

Yabancı polisiyede dedektif, genellikle sistem dışı ama işlevsel bir figürdür: kurbanla empati kurar ama asla fazla yaklaşmaz. Türk polisiyesinde ise dedektifin travması, kurbanınkine karışır. Soruşturma ilerledikçe, kahramanlarımız suçtan daha çok kendileriyle yüzleşirler.

 

ATMOSFER: Sisli Londra mı, Gürültülü İstanbul mu?

 

Yabancı polisiyeler, atmosfer kurma konusunda ustadır. Londra’nın puslu sokakları, Los Angeles’ın gri caddeleri, İskandinav kasveti... Tüm bunlar sadece fon değil, aynı zamanda karakterin ruh hâlidir.

 

Raymond Chandler’ın Los Angeles’ı yalnızca bir şehir değil; geceyle gündüzü birbirine karışmış, sarhoş ruhlu, sisli bir karakterdir adeta. Philip Marlowe, bu şehirde sadece cinayet çözmez; insan doğasının en gölgeli köşelerinde gezinir. Yağmur yağar ama kurutmaz, sokak lambaları parlar ama aydınlatmaz.

 

Donna Leon, Venedik’in sadece tarihi güzelliklerini değil, rutubetli sokaklarını, çürümüş aristokrasisini ve yavaş ilerleyen bürokrasisini, Komiser Brunetti’nin yürüyüş rotası haline getirir. Cinayet, kenti daha da sessizleştirir. Her gondol bir sır taşır, her köprü altı bir gölge…

 

Pierre Lemaitre, Paris’in dar sokaklarını, işçi mahallelerini ve çatlak kaldırımlarını Başkomiser Camille Verhoeven’in iç dünyasıyla birleştirerek karanlık bir duygu atmosferi yaratır. Modern metropolde bile yalnız kalınabileceğini, cinayetin en beklenmedik köşelerde sessizce büyüyebileceğini gösterir.

 

Tana French, Dublin’i sadece bir mekân değil, adeta bir ruh hâli gibi işler. Sis, yağmur, kır evi yalnızlığı ve geçmişin izleriyle örülü atmosfer, dedektifin iç dünyasını yansıtır. Ormanlar, mezarlıklar, terk edilmiş evler… Her biri bir tür iç hesaplaşma alanına dönüşür.

 

Jørn Lier Horst, Norveç’in kıyı kasabalarındaki sessizliği, Komiser William Wisting’in sade ve içe dönük karakteriyle birleştirerek sakin ama yoğun bir atmosfer kurar. Kuzey’in ışığı bile serttir, çünkü suç orada da yumuşak değil; donuktur, derindir.

 

Peki ya bizde?

 

Celil Oker, İstanbul’un sokaklarını, yollarını, simitçilerini, apartmanlarını öyle anlatır ki, Remzi Ünal yürürken biz de onunla birlikte ayakkabılarımızı kirletiriz. Şehir bazen suçlunun saklandığı bir labirente, bazen dedektifin sırtında taşıdığı bir yüke dönüşür.

 

Ercan Akbay romanlarında İstanbul’un değişen yüzünü, gece hayatını, sanat çevrelerini ve görünmeyen yeraltı dünyasını çok katmanlı bir atmosferle sunar. Sokak lambaları gibi göz kırpan karakterler, metropoldeki yalnızlıkla birleşir. Onun dünyasında cinayet, modernliğin cilasını kazıyan bir kırmızı çizgidir.

 

Tuna Kiremitçi, Mezun Cinayetleri gibi eserlerinde, büyük şehirdeki yorgunluğu, orta sınıf yalnızlığını ve geçmişle yüzleşmenin getirdiği sessizliği başarıyla işler. Atmosferinde hafif bir nostalji vardır, ama bu nostalji keder değil, cinayetin gölgesidir. Lise arkadaşlıklarının altında kalan hesaplar, şehirde dolaşan eski hayaletler gibidir.

 

Algan Sezgintüredi, Vedat ile Tefo’yu İstanbul’un neşeli ama kendine has kaotik sokaklarında gezdirirken, şehrin hem gündüzünü hem geceyi görmemizi sağlar. Bir köhne apartman boşluğu da bir üçüncü nesil kahveci kadar önemlidir. Şehir canlıdır ama huzursuzdur. Ritim yüksek, suç sessizdir.

 

Yaprak Öz, izole mekânları, apartman daireleri, kadın karakterlerin sıkıştığı kapalı alanlar, gotik bir atmosferle işler. Gerilim mekânla beraber yükselir, cinayet bir duvar çatlağından sızar gibi sessizce belirir.

 

Sonuç olarak, yabancı polisiyede atmosfer çoğu zaman sinematografik, dışavurumcu bir araçtır; mekân, karakterin ruh hâlini şekillendirir. Bizde ise atmosfer daha içli, daha dolaylıdır; mekân karakterle beraber yaşar, dönüşür, acıya ortak olur. Cinayet bir sisin içinde gizlenmekle kalmaz, aynı zamanda mahallenin, kentin, tarihin içinde yankılanır.

 

TOPLUMSAL ARKA PLAN: Sistem Eleştirisi mi, Sosyal Gerçekçilik mi?

 

Cinayet bir semptomdur; altında yatan sebepler ise çoğu zaman bir toplumun aynası gibidir. Polisiye edebiyat, yalnızca suçun çözümüne değil, bu suça neden olan toplumsal arka plana da büyüteç tutar. Yani mesele sadece “kim öldü” değil; “neden öldü”, “nasıl bir dünyada öldü”, “bu cinayet kime ne anlatıyor” sorularıdır. İşte bu sorulara verilen yanıtlar, polisiye edebiyatı bir tür toplumsal bellek hâline getirir.

 

Stieg Larsson, özellikle Ejderha Dövmeli Kız üçlemesinde, İsveç toplumunun yüzeydeki ilericiliğine rağmen altında bastırdığı kadın düşmanlığını, cinsel şiddeti ve sistematik eşitsizlikleri ortaya koyar. Lisbeth Salander sadece bir karakter değildir; devletin görmediği, görmezden geldiği her mağdurun sesi gibidir. Cinayetler, bireysel birer sapkınlık değil, toplumun içindeki çürümüşlüğün yankısıdır.

Tess Gerritsen, tıbbi bilgilerle örülmüş romanlarında, sağlık sistemi, kadına yönelik şiddet, ev içi suçlar gibi meseleleri karakterleri üzerinden işler. Cerrah ve Çırak gibi kitaplarında, failler kadar sistem de sorgulanır. Özellikle kadın karakterlerinin maruz kaldığı tehditler, gerilim unsuru olmanın ötesine geçip sosyolojik bir eleştiriye dönüşür.

 

Jo Nesbø, Oslo’nun gri sokaklarında cinayet çözen Harry Hole aracılığıyla, Norveç’in refah devletinin karanlık yüzünü gösterir. Uyuşturucu, göçmen sorunu, siyasal yozlaşma… Bunların her biri cinayetin çevresini kuşatan toplumsal gerçekliklerdir. Nesbø’nun romanları sadece suçun değil, sistemin de içyüzünü ifşa eder.

 

Gillian Flynn, özellikle Amerikan banliyösünü ve küçük kasaba kültürünü didikler. Kadının toplumdaki rolü, medya güdümlü yargı süreçleri ve aile içi travmalar onun polisiyesinin temel meseleleridir. Cinayet ya da kayıp olayları, bu boğucu düzenin içindeki çatlaktan sızan bir çığlık gibidir.

 

Dennis Lehane romanlarında, Boston’un alt sınıflarını, aile kurumunun çöküşünü, yoksulluğun kıyısında dolaşan bireyleri anlatır. Cinayetler, bu çöküşün semptomlarıdır. Lehane’nin dünyasında her suç, bir yandan vicdanı sızlatır, bir yandan da okuyucunun boğazında bir yumru bırakır.

 

Türk polisiyesinde de toplumsal arka plan hiçbir zaman dekor değildir. Bazı romanlarda bu arka plan neredeyse başlı başına bir karaktere dönüşür.

 

Celil Oker, sadece İstanbul'u değil, Türkiye'nin bürokratik hantallığını, medyanın yozlaşmasını ve küçük çaplı insan ilişkilerindeki bozulmayı da incelikli bir dille yansıtır. Remzi Ünal’ın soruşturduğu cinayetler, bireysel değil, neredeyse kültürel kodlarla işlenmiş gibidir.

 

Yaprak Öz, toplumsal baskıların özellikle kadınlar üzerindeki etkisini konu alan eserlerinde, içe dönük bir polisiye diliyle sessiz bir çığlık yaratır. Şeytan Disko gibi romanlarında gençlik, kadınlık, yalnızlık gibi temalar cinayetle buluşur. Toplumsal arka plan, failin ruhsal haritasını çizen bir harita gibidir.

 

Suphi Varım, polisiye öykülerinde sınıf ayrımını, sistemin kime ne zaman göz yumduğunu ironik bir dille ele alır. Onun dünyasında zenginlerin suçları örtülürken, yoksulların kaderi çoktan yazılmış gibidir.

 

Timur Soykan gibi farklı türlerden geçiş yapan yazarlar ise zaman zaman politik gerilimle polisiyeyi harmanlayarak, devlet içi iktidar savaşlarını, bürokrasinin çürümüşlüğünü ve sansür gibi konuları romana taşır. Cinayet, bazen bir susturma aracıdır; bazen de hakikat arayışının bedeli.

 

Sonuç? Yabancı polisiyede toplumsal meseleler genellikle sistematik olarak işlenirken, Türk polisiyesinde bu meseleler daha duygusal, daha kişisel ama bir o kadar da güçlü bir damar olarak akar. Bizde cinayet, sadece bir olay değil; çoğu zaman bir isyan, bir “yetti artık” nidasıdır. Faili anlamak, bazen adaleti sağlamaktan daha önemli hâle gelir.

 

TEMPO: Ağır Ateşte Cinayet

 

Polisiyenin temposu, okurun sayfaları ne hızla çevireceğini değil sadece, aynı zamanda zihinsel ve duygusal ritmini de belirler. Bazı yazarlar ipuçlarını ağır ağır verir; okur adeta bir labirentin içinde yürür. Bazı yazarlar ise aksiyonu yükselterek okuru suçun ortasına fırlatır. Bir dedektif romanı, kimi zaman Sherlock Holmes gibi sakin bir akılla, kimi zaman Jack Reacher gibi yumrukların hızıyla ilerler. Ve her iki tarz da doğru yazıldığında aynı derecede etkileyicidir.

 

Agatha Christie, kusursuz planlanmış yapısıyla, okuru adım adım gizeme çeker. Tempo sakin görünür, ama her diyalog, her jest bir bomba etkisi yaratır. Doğu Ekspresinde Cinayet gibi romanlarında, gerilim içsel bir dinamizmle artar. Olaylar patlamaz, sızar. İğne ucu gibi işler.

 

Michael Connelly, tempoyu yukarıda tutan, bol aksiyonlu bir anlatımı tercih eder. Harry Bosch, delillerin peşinde hızla hareket ederken okur da adeta olay yeri bandını atlayıp onunla koşar. Şehir, zaman ve suç peş peşe akar.

 

Jo Nesbø, yüksek tempolu Norveç polisiyesinin ustalarındandır. Harry Hole, fiziksel olarak koşar, kovalar, yumruklaşır, ama iç dünyasında da fırtınalar kopar. Özellikle Kardan Adam gibi romanlarında, her bölüm küçük bir zirvedir, okur nefes almayı unutur.

 

Pierre Lemaitre, özellikle Alex romanında tempo konusunda bir cambaz gibidir. İlk bölümde hızlı aksiyonla başlar, ikinci bölümde psikolojik gerilime döner, sonra tekrar tempo yükselir. Kurgu, okuru sürekli şaşırtırken tempo da buna eşlik eder. Bu teknik, Lemaitre’yi “tempo oyunları”nın ustası yapar.

 

Gelelim bizdeki ritme…

 

Celil Oker, klasik dedektif geleneğini takip ettiği için temposu yavaş ilerler ama bu bilinçli bir tercihtir. Remzi Ünal olayları aceleyle çözmez; iz sürer, düşünür, bekler. Okur bir “koşu”da değil, bir “yürüyüş”tedir. Ama o yürüyüşte bir anda karanlık bir sokağa sapabiliriz.

 

Algan Sezgintüredi, polisiye ile mizahı ustalıkla harmanladığı için temposu ritmik ve dengelidir. Vedat ile Tefo’nun hızlı diyalogları, gündelik ayrıntılarla harmanlanır ve okur hep bir hareket içinde kalır. Hem cinayeti çözeriz hem çay içeriz; tempo ne düşer ne yorucu hale gelir.

 

Yaprak Öz, özellikle Berlinli Apartmanı ve Şeytan Disko gibi romanlarında karanlık atmosferli ama temposu kontrollü bir anlatı kurar. Gerilim bazen yükselir, bazen neredeyse durur; ama bu duruş, karakterin ruh hâline eşlik eder. Gerçek hayattaki korkular nasıl sessiz gelirse, onun romanlarında da tempo sessizlikle oynar.

 

Ercan Akbay, zamanla oynayan yapısıyla temposunu anlatının kurgusal oyunlarına göre kurar. Bölümler arasında zaman sıçramaları, anlatıcı değişimleri okurun zihinsel ritmini tazeler. Bu yapı hem hız hem de gerilim sağlar.

 

Tuna Kiremitçi, polisiye ile edebiyat arasında bir denge kurar. Eserlerinde olay örgüsü belirgin şekilde ilerlese de esas vurgu geçmişle hesaplaşmada, karakterin içsel yolculuğundadır. Tempo bazen ağırlaşır, ama bu ağırlık metne duygusal bir yoğunluk katar.

 

Sonuç olarak yabancı polisiyede tempo, çoğu zaman türün gereği olarak daha yüksek, daha aksiyon ağırlıklıdır. Türk polisiyesinde ise tempo, atmosferle ve karakter gelişimiyle daha sıkı örülür. Bu nedenle Türk polisiyesi bazen daha içsel, daha edebi bir tempoya yaslanır ama bu onu daha az sürükleyici yapmaz. Aksine, bu tempo farkı, coğrafyanın, kültürün ve karakterlerin hikâyeye nasıl yön verdiğini gösterir.

 

Elbette Agatha’nın kırsal İngiltere’sinde şüpheli davranan hizmetçiler, Lemaitre’in Paris sokaklarında pusuya yatan karanlıklar, Nesbø’nün karlı Oslo’sunda kanla karışan sessizlikler bize çok şey sunuyor. Ama bazen cinayetin izini sürerken simitçinin tezgâhını, apartman boşluğundaki ayakkabılığı, dedektifin kahvecide dertleştiği garsonu da görmek istiyoruz. Çünkü her okur, biraz da kendi sokağında geçen cinayeti çözmek ister. İşte bu yüzden Türk polisiyesi, sadece kim suçlu diye sordurtmaz; “bu insanlar neden böyle oldu”, “bu şehir neden bu kadar yoruldu” diye de düşündürür. Yabancı polisiye hayranlığımız baki, ama Türk polisiyesindeki o tanıdık yüzler, içli sokaklar ve kültürel kırılmalar bize daha katmanlı, daha bizden, daha tatmin edici bir okuma sunuyor. Belki de o yüzden, bazen en iyi polisiye, evin hemen yanındaki apartmanda işlenmiş gibi hissettiren polisiyedir.

 


Blog Etiketleri :
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.