An Sızım - Arzu Çorluluoğlu

04-04-2024 20:13
An Sızım - Arzu Çorluluoğlu
“Karanlık ve aydınlık arasındaki çizgidir hayat. Asla tek tarafta kalamazsın…”                       

Harflerimiz,  özgür ülkelerimizdir. Kendimize ait tamamen. Yasalarını işletebildiğimiz, hataları ve doğruları sadece bizlerin özgürlüğünde! Bu çok büyük bir zenginlik! Harflerden bir dünyada yaşayabilmek yani. Hiçbir hırsızın dokunamadığı kadar korunaklı hem de! İlk seferimizde, diğerleri kadar şanslı olmayan küçük bir insanın dünyasına gidiyoruz… O zaman, Dark Hal ileri!
Her bebeğin topukları pembe değildi…
İlmikleri özensiz bir bağcık, sanki boğazını inceltmek istercesine düğümlenmişti küçücük çenesinin altında. Kardan soğuk bir asfaltın üzerinde bir kadın, kucağında topukları kirli bir bebek... Boynunda gizlenmiş özensiz ilmikler, topukları açık havada eziyetin konserini vermekte… Gelip geçenlerin, sadece oradan geçmediğini anlayarak büyümekte bir bebek… Kendinden vaz geçenlerin dünyasında büyüdüğüne an be an üşüyen bir bebek…
O sıralar üniversitedeyim. Toplu taşıma denen, dersiz topsuz samimiyetin içine karışıyorum arada! Şehir içi seyahat koltuğunun cam kenarını kapmış, alnımı da camın kenarına bir güzel dayamışım. Kim bilir ne devaaasaaa mevzular düşünüp de kafayı gereksiz şeylere takıyorum… Dalmışım öyle… Yorgun… Yurda gidiyorum okuldan sonrası vakitlice. Otobüs, duraklı belki de duraksız, birden sabitliyor kendini olduğu yere. Bazı şoförler çünkü vicdanlı. Durak olmadığı halde, kendisine koşan bir halk kişisine, egzoz gazı bırakmayı tercih etmiyor, dörtnala koşarcasına. Zınk! diye duruyor ve “Şerefli İnsan” ödülünü alıyor şoför, gönüllerde. İnsan olana bu ödüller çok para ediyor…
Tam da bu esnada karşılaşıyoruz topukları kirli bebekle… Baygın bakışlarımın orta yerine düşüyor o acıtan manzara… Bir kadın ve bir bebek, Edirne’nin kışında ve saatin geç denilecek bir vaktinde, sokakta… Zaman donuyor o anda… Edirne çok soğuktur okullular mevsiminde. Hele iklim dengesini tam kaybetmemiş daha o zamanlar! Hava ayaz mı ayaz Barış Abinin şarkısında olduğu gibi ….  “Ben otobüsün kapısı açılıp kapandıkça üşüyorsam” diye bir denklem mırıldanmaya başlıyorum kalp sesimle… “Topukları kirli bebek! Üşümüyor olamaz! Annesi yoksaaaa masaldaki Kibritçi Kız mı? Ölmemişti ve hala sokaklardaydı da! Bebeği de mi olmuştu? Nasıl? Soğuk, onlara kıyamıyor olabilir mi? Beni üşüttüğü kadar üşütmüyor olabilir mi bu ayaz bebeği ve kadını? Orada durmalarını karşılayabilecek ne kazanıyorlar? İnsan bebeğini soğuk havada kucağında tutar mı? Bu bebek kadının mı? Bebeği bırakacağı kimsesi yok belki de kadının? Bebek hayatta mı?”
Tatsız bir meraklılık hali, tarifsiz bir bilinmezlik bürünüyorum… Sorgulamaya başlıyorum her şeyi! Bu soruları soran ben miyim sadece!? Yoksa bunca zaman! Bu soruları soran birisi / birileri olsaydı! Cevaplar bulunabilirdi bir ülkede! Bir dünyada! Yani insanlık medenileşti ya! Göçebe hayattan kurtulmuştuk hani ve yerleşik hayata geçmiştik ya! Herkesin barınacağı yerleri, yiyecekleri olmalı, öyle değil mi? Yani çağ atlarken, herkes aynı atlayışa dahil olmuyor mu ki? Hangi çağda kalmıştı bu kadın ve bebek? Peki ya! Onlar çağın gerisinde kalmışlardı da çağı gereğinde olan medeni insanlar, yani barınakları, yiyecekleri olanlar, nasıl oluyordu da bu kadının ve bebeğin yanından geçip gidebiliyorlardı? Vahşi olmalılardı böyle duyarsız olabilmeleri için? Vahşet değil miydi kadının ve bebeğin sokakta üşüyor olması? Hem sonra bir sürü kurum, kuruluş, örgüt de medenileşmenin, gelişmenin harika taraflarıydı ya! Bir eksik, bir sorun varsa, çözülmesi gerekiyordu diye varlardı ya. Çünkü kademe kademe bu halk, bu ülke işlerine bakan birileri de vardı ya dünya denen gezegende!
Her bir sınır çizgisi içinde, başkaca yöntemlere “Kanun” denilmişti ülkelerde. Ama kadın, çocuk, saçları üzülmüş ihtiyar yani her cins ve yaştan insan, gırla gitmekteydi sokaklarda… Gittikleri son, malumdu, neresinden bakarsan bak imkansızlıklarına…
Sorgulanırken ben ve tüm benciller ruhumda,  vücut postürüm düzelivermişti iyice! Bunalmış alnımı cama dayamış sıkkın omuzlarım, dimdik bir gerginlikle alnımı zarafet okulundan mezun çıkmışçasına, burnumun dikine orantılamıştı. Öyle gerilmiştim ki ve öyle bir dikilmiştim ki koltukta! ! Öyle ihbar edesim, imdat diyesim, “Kadın da bebek de donacaklar!” diye korkumu etrafa bulaştırasım vardı ki!
Topukları kirli bebek sıkılmış, kımıldanmaya başlamıştı kadının kucağında. Bir hamlede bebeği çevirmişti kadın. Artık gözlerini de görebiliyordum küçücük insanın… Cinsiyeti neydi acaba? Kadın mı erkek mi daha şanssız olurdu bu şartlarda? Garip bir şekilde bunu düşündüm o an… Bebeğin geleceği, kaygım olmuştu birden ve bu duygu, o anki soğuktan da çok üşütmüştü yüreğimi… Topukları kirli bebeğin sırtı, artık kadına yaslıydı. Sırtını dayadığı fakir bir kadındı diye mi yaslıydı bebek ve topukları? Daha o tazeliğinde, üzgündü bakışları… Her şartta mutlu olmalıydı insan! Kişisel gelişmiş olanlar, geliştirmekte oldukları kişilere böyle söylemiyorlar mıydı? “Mutlu olmak bir seçim!” Sahiden de mutlu olmak bir seçim miydi? Ya da mutsuz olmak kaçılabilecek bir şey miydi? Belki de asfalt soğuğu, anestezi etkisi yapıyordu ruhta! İnsan, üşüdüğü kadar, donuyordu vicdanından, adaletinden… Hissizleşiyordu belki? Suç denen şeyi işlemek de böyle böyle kolaylaşıyordu demek ki… Topukları kirli bir bebek, büyürken kirlenmekten korkmayacaktı. Büyüyebilen şanslı olacaktı hatta! Hayatta kalmak için yaşayanların sokaklarında kanunlar, başkaydı… Bu kanunları, sıcak çayından hayıflanan yumuşak eller, anlayamayacaklardı. Birbirini anlamayan toplumlar, böyle yetiştiriliyorlardı farklı coğrafyalarda. Potansiyel suçlular okulundan mezun sokaklılar, hiçbir ülkeye ait sayılmazdı buradan bakıldığında. Onlar, ne iş verirsen yapanlardı…
Ve otobüs hareket etti… O ana dek gözlerimi kırpmadığımı, manzara değiştiğinde anladım. Kurumuştu sanki bakışlarım ve kırptıkça gözlerimi, ıslanıyordu kirpiklerim, yanaklarım…. Hiç tanımadığım birileri için döküldüğünü bu tuzların, bilmiyordu insan evladı şoför. Sadece arada dikiz aynasında bakıyordu bir müşterisi ağlıyor diye. Mendil vermeyen bir bakıştı bu. “Nasılsın?” demeyen bir alaka. İnsanın insana iyiliği, eş zamanlı olarak yetişmiyordu dünya denen yerde demek ki… Bağışlar falan yapanlar vardı bildiğim. Ama tam da o en zor ana hangisi denk gelebiliyordu? “Elden gelen öğün olmaz, olsa da zamanında bulunmaz.” demişti ya atalardan biri. Boşa değildi bu söz… Ya da her şey boştu… Bir bebek kim bilir kaç durak geride kalmıştı Edirne ayazında. Doldurabilir miydi herhangi bir farkındalık, yüreğimdeki anlamsızlığı? Doğrular ve yanlışlar, herkes için aynı olabilir miydi? Şimdi o tatlı bebek,  diğer çocukla aynı sınava girmeli miydi? Biri özel okulda, diğeri özel ders alıyorken, sıcak odaları varken şanslı çocukların, şanssız çocuklara başarısız denilmeli miydi? İmkanları eşit olmayan insanların suçları, birbirine eşit olabilir miydi?
O gün otobüs koltuğunda, çok acıtan ve çok kısa bir film izlemiştim. Konu ve oyuncuları gerçek hayata ait tamamen… “Son” yazmayan, bakmadığım yerinde bitmeyen bir dram filmi… Yazanı, yöneteni kişiden kişiye değişen… Maalesef ki dramı aynı kalan…

İSTANBUL ESKİTMESİ

İstanbul eskitmesi bir kız bebek

Saçının karasına kadar kirli paslı bir melek

Gece ışıkları uykularını kaçıralı çok olmuş

Şimdi onun gül satması gerek

Balıkların parfüm koktuğu masalar

Hayatının labirentleri sanki

Peynir hangi doğru aralıkta var?

Kimin cebinde bu gecelik nasibi?

 

Görünmezlik pelerini arıyorlar hala!

Oysa

Saçları kirli bebekler görünmüyorlar

Valenin ağzından çıkan üşümek buharı

Çöpleri karıştıran ihtiyarın metelik kurşunları

Yoklar…

Kediler var, köpekler ve martılar

Balığın deniz mi çiftlik mi anlaşıldığı yeri

Güzel kadının azıcık akmış rimeli

Kadehin çatlak çizgisine kadar

Gözler radar….

 

İstanbul eskitmesi bir kız bebek

Gözleri neşeli

Henüz yorulmayı öğrenmemiş

Hayatın belki de herkes için

Böyle başladığını sanıyor

Bir gün o da gül alacak bir bebekten

Henüz bilmediğinden

Annesi gibi somurtmuyor

Sahi!

Labirentteki masalar nasıl da mutlu değiller?

Hepsi temiz giysililer

Yalnız bebek düşünüyor para üstü beklerken

Kadın adama gülmüyor…

Bu kadınlar bu adamlara neden hep küsler

Babası da annesini güldürmüyor

Hayatın kuralını sevmiyor kız bebek

Bir gün o da somurtsun istemiyor

 

Garson geliyor en bol tarafından hışımla

Sanki hani içeriye su girmiş azdan

Süpürgeyle ittirir gibi gereksiz bereketi

Kız bebeği sokağa öyle süpürüyor…

Bir labirent oyunu daha

Böyle bitiyor

 

Göz göze geliyoruz İstanbul eskitmesi kız bebekle…

Tokluğum içimi acıtıyor…

Gülümsemek sahte geliyor birden…

Bu yalandan şefkat…

Bir şey yapamamak halim

Gülümseme vaktimi çalıyor…

Hepsi öyle hızla oluyor ki

Kız bebek büyüyor hatta bir kaç defa sonrasına

Sonra anne oluyor

Sonra kim bilir ne oluyor..?

 

Labirentler her yerde

Ve insan düşünüyor

Belki de labirent sanılanın tam tersi?

Ödül belki de başka bir şey?

Belki de masaya gelen kız bebek

Senin doğruya varma ihtimalin?

Bilen biliyor

Bilmeyen görmüyor…

Labirentten ödülüyle çıkan da var

Labirente hapsolan da

Yaşamak diyor insan

Ne tarafta daha gerçek akıyor

Bir kaç kadeh işe yarıyor

Gönüller hoş oluyor yıldızların altında

Sonra sabah oluyor

 

Sabah sahi,

Nasıl bir şeydir?

İstanbul eskitmesi kız bebekler de uyanıyorlar mı aydınlığa?

Aydınlık dediğimiz şeyi

Güneş mi sanıyoruz yoksa?

İşte belki de bütün bildiklerimiz burada çuvallıyor…

Bilmek,

Önce insanı bilmektir…

İnsanı bilmek,

İnsan olabilmek demektir…

Hala gül satılırken kız bebekler sokaklarda

Ve görünmezlik yokluğunu seçiyorsa menfaatin

Bırak boşluğa diplomalarını

Boşa gitmiş bunca gayretin

Ve gülmüyorsa biri o masada

Masanın suçsuz ayakları eskiyorsa efkarla

Gamlı hazanlar bahçeleri talan olmalı!

Bir aşk!

Bir sevgi!

Bir vicdan!

Yani İnsan salın bahçelere!

Darmadağın olsun bu labirentlerden mesele

Çünkü insan

Bir diğeri kadar değilse az ya da çok

İnsan diye doğuyor belki de

Gerçekte!

Günün sonunda!

Ya da sabahta!

Etmiyor bir zerrecik bile insan işte!




Blog Etiketleri :
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.